12 Aralık 2015 Cumartesi

Bir Bağımlı Gibi - Mona Lisa'yla Sevişmek



Kitapçılığa ilk başladığım yıldı. Yollarda dize kadar kar, sağda solda tamamlanmamış kardanadamlar vardı. Dışarda kar sessizliği, içerde yol şarkıları… İçeri tek tük müşteri giriyor, birkaç kitaba bakıp hiçbir şey sormadan çekip gidiyordu. Kitabevi AVM içindeydi ve gelenler kitap müşterisi değil AVM müşterisiydi, çok belliydi bu.  Her girene, omuzlarından tutup sarsarak “Ulan bu havada, sabahın bu saatinde ne işiniz var burada?!” diye sormak istiyordum. Önceki gece eksi bilmem kaç derecede, karların üstünde votka içmeye zorlanmıştım, içtiğimiz su bile donuyordu. Üstelik hala sarhoştum. O an evde olmak, bir şeyler izleyerek uyuyakalmak hayali iyice yerleşmişti zihnime. O sırada bir kadın girdi içeri. Sağa sola bakındıktan sonra yanıma doğru gelmeye başladı. O bana doğru yürüyordu, bense uyuyakalmak hayalimin pijama giyme evresini, bilmem kaçıncı kere kuruyordum.  

“Merhaba, acaba Durkheim’ın İntihar…” dedi; sonra normalden biraz daha fazla duraksayarak devam etti: “…kitabı var mı?” 

Bu gereğinden uzun duraksama olmasaydı, “var” der gibi kafamı sallayacak, elimdeki işi bırakarak sallana sallana gidip kitabı rafından alacak, kadının eline bırakacaktım. Daha sonra aynı umursamazlıkla işimin başına dönecektim. Hayatımda yaşadığım en garip anlardan bir tanesiydi bu: normalde beni, o miskin ve yarısarhoş halden kurtaracak, kendime getirecek şey, ani ve güçlü bir sesti. İlk defa bir susuş, beni uyuyakalmak hayalinden uyandırmıştı. Artık istesem de görmezden gelemeyeceğim bir es; kadın, ben ve Émile Durkheim arasına yerleşmiş, artık hepimizin ortak bir sorunu olmuştu ya da ben öyle düşünüyordum: “İntihar’dan sen mi vazgeçirirsin, ben mi deneyeyim?” der gibi bir bakış attım Durkheim’a;  “Ben sosyologum, psikolog değil!” der gibi bir bakışla cevap verdi; “İyi ki adı ‘İntihar’ olan bir kitap yazdık, her boku benden bekleyin zaten! İnsanı bilimden soğutursunuz lan!”

Kadına beni takip etmesini söyledim. Beraberce sosyoloji rafına giderken, konuya nasıl gireceğimi düşünüyordum; kafamda olası onlarca diyalog deniyor ve her birinde başarısız oluyordum. Etkileyici bir girizgah bulamamanın verdiği üzüntüyle kitabı rafından çıkardım, kadının ellerine bıraktım. Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki “İntihar konulu başka kitaplar biliyor musun?” diye geri çağırdı beni. Raflar arasında oradan oraya dolanarak bildiğim bütün kitapları eline bıraktım. Daha sonra stokta olmayan, ama getirtebileceğim kitaplardan bahsetmeye başladım. Eğer isterse sipariş edecektim ve kitap bana ulaşınca onu arayarak haber verecektim. “Sen nereden biliyorsun bu kitapları?” dedi, elindeki kitap yığınını göstererek. “Burası çok büyük bir kitabevi, bütün konularda bu kadar başarılı olmazsın herhalde. Çocuk hakları ile ilgili kitaplar sorsam mesela, yine de yerlerine hiç bakmadan bulabilir miydin?”
- İntihar özel ilgi alanlarımdan bir tanesi.
- Öyle mi? Diğerleri neler?

Kadın en fazla 21-22 yaşlarında, uzun saçlarını kafasının arkasında gelişi güzel bağlamış, rahat giyimliydi. Genel anlamda sade bir görüntüsü vardı ama belli ki bunun için uğraşmıştı. Siyah ve kocaman gözlerini hafif bir göz makyajıyla daha da öne çıkarmıştı. Tüm bu sadeliğin aksine ruju koyu ve göz alıcı bir renk seçmişti. İlk andan beri bana “sen” diye hitap etmesi, benimle adeta flört halinde oluşu ve benim bu konuşmadaki konumum beni, diğer ilgi alanlarımı açıkça belirtmeye ikna etmişti:
- Toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü cinsel fanteziler ve fetişler. Yani cinsellikte tabu olarak görülen şeyler.

Kadın, zaten büyük olan gözlerini biraz daha büyüterek ve küçücük, belli belirsiz bir gülümsemeyle “O zaman beni gerçekten çok ilginç bulacaksın.” dedi. Ben de öyle olmasını umuyordum, çünkü bu kadın kitabevindeki intiharla ilgili bütün kitapları toplamış ve birazdan satın alacaktı. 

- Diğer kitaplardan istediğiniz var mı?
- FÜG, İntihar Notları’nı istiyorum mümkünse. Kapora gibi bir şey bırakacak mıyım?
- Hayır. Gelince ben sizi arayacağım. İsminiz ve telefon numaranız?
- Ne zamana gelir kitap?
- Bir iki gün içinde gelmiş olur.
- İyi çok beklemeyeceğim o zaman. Yaz, adım Nihal. Telefon numaram beşyüzyedi ikiyüzondört…

Birkaç gün sonra kitap gelmişti. Normalde kitabevinin telefonundan arıyorduk müşteriyi, ama bu sefer kendi telefonumdan aradım. Nihal’e kitabının geldiğini, istediği zaman gelip alabileceğini söyledim. Laf arasında numaranın benim olduğunu da belirttim tabii. Hemen aynı gün geldi. Yalnız bu sefer o flörtöz halinden eser yoktu. Normal müşteri gibi geldi, kitabı verdim; hızlıca kasaya gitti kitabı alıp çıktı. Her şeyi yanlış anladığımı düşündüm. Hiçbir an benimle flört etmemişti galiba. Ortamın durumu, dışardaki hava ve benim yarısarhoş halim beni böyle bir yanılgıya sürüklemişti belki. Kendi kendime gelin güvey olup sonra sik gibi ortada kalmıştım. Ayıp etmiştim. Birkaç gün kendimden utandım sonra da unuttum gitti.

Bir gün iş çıkışı bir mesaj geldi Nihal’den “Toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü fantezilerden bahsetsene biraz?” diye. Aklıma ilk grup seks fantezisi geldi. Tabii ki Marquis de Sade’dan alıntı yapa yapa anlatmaya başladım. Birkaç soruyla benim anlatma şevkimi daha da körükledi. Son sorusuna da cevap verdim ve tepkisini ölçmek için bir mesaj attım. Cevap vermedi. Uyuyakalmış olabileceğini düşünüp içimi rahatlattım sonra.

2 gün sonra bir mesaj daha geldi, yine aynı konuda bir soru sormuştu. Ben de bu sefer porno endüstrisi üzerine konuştum, dedim ki “eğer bir yönetmen, pamuk prenses ve yedi cüceleri sikiştiriyorsa dünya üzerinde en az bir kişi, bunun fantezisini kuruyordur. Frankenstein’la sevinen bir pornostar düşün, bunu nasıl açıklayabilirsin?” Çok uçuk bir fantezi yaratmasını istedim ondan, olması mümkün olamayacak bir fantezi, abartılı bir şey;  “Avatar filmindeki şu mavi kadınla seks?” dedi. “Onlarcası çekilmiştir, o mavi kadınla akla gelecek her pozisyonda denemişlerdir bile.” yazdım. Girmiş porno sitelerine, bulmuş o mavi kadının hayvani inlemelerini, bana linkini attı. Bak, dedim; “Sade’a göre tanrı, nasıl insanların yüzlerini birbirinden ayrı yaratmışsa, arzuları da öyle yaratmıştır. Kimse ‘senin yüzün benimkinden neden farklı?’ diye yargılamaz birbirini. Ancak konu fantezilere gelince herkes çok bayılır karşıdakini yargılamaya. Sokakta gördüğün o teyze var ya, çok muhtemeldir ki bir grup seksi arzuluyor,  en olmadı tüpçü fantezisi var.” 

Bir süre cevabın gelmesini bekledim. Yine en olmadık zamanda terk etmişti konuşmayı. Bu olay birkaç kere daha yaşandı. Bir süre bana bu “sapkınlıkları” anlattırıyor, daha sonra konuşmayı birden kesiyordu. Benimse anlatmaktan yana bir sıkıntım yoktu zaten, genelde insanlarla konuşamadığım, tartışamadığım konulardı bunlar. Biri dinlemek istese sabah kadar anlatabilirdim. Melis diye biriyle tanışmıştım zamanında; erkek bedeniyle doğmuş, daha sonra kaçak yollarla ameliyat olup kadın bedenine kavuşmuştu. Bir süre sonra toplumsal baskıya dayanamayıp erkek gibi giyinmeye başlamıştı tekrar. Umut adını kullanıyordu, bebekken ona verdikleri ismi… Melis’le konuşurken de bu konular açılmıştı. Onunla konuşurum diye umuyordum, o da olmadı. Onun da kabul edemediği şeyler vardı. 

Demem o ki bu konuları konuşurken mutluydum. Aslında konuşmaktan çok, Nihal’in bu konu hakkında gaza getiren soruları mutlu ediyordu beni. 

En son konuşmamızdan 3 gün sonra kitabevine geldi tekrar. Ayaküstü biraz konuştuktan sonra “hadi gel sana kahve ısmarlayayım?” dedi. Ben de o an çıkamayacağımı, mola zamanım olsaydı seve seve kabul edeceğimi söyledim. Ne zaman molaya çıktığımı sordu, “Genelde altı buçukta.” dedim. Peki, dedi, “o zaman ben gideyim. Saat altı buçuğu çoktan geçmiş.”. “Sen bilirsin.” deyip uğurladım. Nihal o günden sonra artık her gün saat tam altı buçukta geliyor, benimle bir kahve içip gidiyordu. Kesinlikle romantizme benzer bir şey olmuyordu bu kahve zamanlarında, hatta mümkün olduğunca ağzı bozuk bir şekilde tartışıyorduk. Çok bayağı bir dille, cinselliğin felsefesini tartışıyorduk. Gerçekten farklı bir deneyim halini alıyordu yavaş yavaş. İkimiz için de…

Bir ara yine yok oldu. Tekrar geldiği zaman, bu sefer benim mola zamanlarımda değil, onun çok sevdiği Yengeç barda buluşmaya başladık. Biraz daha fazla bilgi sahibi olmuştum onunla ilgili: Hacettepe’de resim okuyormuş, 4. sınıfmış…

Barda oturduğumuz günlerden birinde, evinde buluşmayı teklif etti bana. Bir durağın adını verdi, “burada in, ben seni alırım.” dedi. Bir gün, iş çıkışı gittim, duraktan aldı beni. Evine doğru yürümeye başladık. 

Tren yolunun hemen yanında, giriş katta bir evde oturuyordu. Kocaman bir salon, bu salona sonradan eklendiği belli olan bir oda, mutfak, banyo, tuvalet… Evin ücra köşesinde kullanılmayan bir oda daha… Önce kısa bir süre salonda oturduktan sonra, bana çalışma odasını göstermek istediğini söyledi. Salona sonradan eklenen o odayı çalışma odası olarak kullanıyormuş. İçeri girdi, ışığı yaktı. Tuval ve şövale doluydu oda. Her tarafa boya ve vernik kokuları sinmişti. Duvarlarda Van Gogh tarzı yapılmış yağlı boya resimler vardı. Şövalelerin üstüneyse insan portreleri koyulmuştu.

Odanın içine doğru bir iki adım atıp, o ilk günkü gülümsemesiyle benim odayı hayranlıkla inceleyişimi seyretti. Resimleri bir süre inceledikten sonra, sessizliğin bitmesi için aklıma gelen ilk soruyu sordum: “Van Gogh’u çok seviyor olmalısın?” Evet çok, diye haykırdı birden. “Haykırmana bakılırsa gerçekten çok seviyor olmalısın.” dedim alaycı bir ifadeyle. Elimden tutup bir şövalenin önüne çekti beni. Bilerek tamamlanmamış gibi duran bir tablo vardı üstünde. Resmin sağ alt köşesi hiç boyanmamıştı, tuval çıplak bir şekilde duruyordu. Geri kalan kısımda bir kadın, burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar resmedilmişti. Kadının ağzı açıktı, dudaklarından salyalar akıyordu. Dilinde bir hap vardı. Geri kalan yerler karanlıktı. 

Nihal eğilip tablonun tamamlanmayan kısmını yalamaya başladı. Ben durumu çözmeye çalışırken kolumdan tutup “Sen de yapmalısın!” diye haykırdı yine. Van Gogh’u neden sevdiğini anlamıştım, Nihal de en az Van Gogh kadar deliydi. Tamamlanmamış bir tabloya dil atmasının başka bir açıklaması olabileceğini sanmıyordum. Dediğini yaptım, ben de eğilip yaladım orayı. Bunu yaparken bir daha o eve adımımı bile atmayacağıma dair yeminler ediyordum kendi kendime. İstediğini yaptığımı görünce surat ifadesi anlatılamayacak bir hal aldı. Artık hareketleri daha da sertleşmişti, beni yine kolumdan tutup salona götürdü ve kanepeye oturttu. Kendisi de karşıma geçti, dirseklerini dizlerinin üstüne koydu. En fazla diz boyunda, geniş kesim bir etek giymişti. Bacağını biraz aralayınca baldırları görünmeye başladı. Bu hareketi bilerek yapmadığını düşündüm, çünkü hemen sonra gayet erkeksi bir tavırla “Anlat, dinliyorum” dedi. “Arzulardan, tabulardan ve onları yıkmaktan bahset biraz daha.” Evde bira olup olmadığını sordum, “biraya ihtiyacımız yok” dedi.  

- Senin ilgi alanın intihar değil miydi? Kitabevindeki bütün kitapları topladın, neden sürekli bu konularda konuşmak istiyorsun, diye sordum.
- Evet öyle. Okudum da hepsini. İntiharı normalleştirmek gibi bir planım vardı, onu hallettim. Bundan hemen sonra böyle konularla ilgilenmem normal değil mi? İkisi de derin duyguların, ağır tutkuların bir ürünü?
- Haklısın, evet.

Bira olmamasına üzülerek konuşmaya başladım tekrar. Bir süre erken yaşta cinselliğin tabu olmadığı yerlerden, reşit olmayan kadınların sırf cinselliği öğrenebilmek için seks yapmasının normal karşılandığı coğrafyalardan bahsetmeye başladım. Bazı tabuların evrensel olmadığını söyledim. Bir erkeğin, kadına köpek pozisyonunda girip çıkarken, elinde bir jiletle kadının sırtını parçalaması gibi fantezilerin evrenin her yerinde kötü sayıldığından bahsettim:
- Ne kadar sert, o kadar kötü, evet, ama o jileti arzulayan kadınların sayısı tahmin ettiğinden daha fazla.

Ben anlattıkça sol kaşı biraz daha havaya kalkıyor, gözleri daha da büyüyordu. Böyle yarım saat kadar konuştuk. Daha sonra bazı tuhaf olaylar yaşamaya başladım. İlk önce Nihal’in hareketleri hızlanmaya başladı. Dizinden kaldırıp saçına götürürken eli arkasında iz bırakıyordu. Üstten 3 düğmesi açılmış mavi gömleği fosforlu gibi parlamaya, dizlerinin beyazlığı gözlerimi almaya başladı. Nihayet konu Türkiye’ye gelmişti. “Mesela Türkiye’de en bilinen tabu, anal seks…” diye konuşmaya çalıştım. Dilim, ön dişlerimin arasına takılmış da oynatamayacakmışım gibi hissettim bir an için. Kendime gelmeye ve konuyu devam ettirmeye çalışıyordum. Nihal’in bana soru sorarken çıkardığı sesi görebiliyordum. “Neden?” sorusu cisimleşerek onun ağzından çıkıyor, hızlıca gelip kulağıma çarpıyor, kulak deliklerimi zorlayarak kafamın içine giriyordu. Bir hayal olmaktan çok hissedebildiğim bir durumdu bu. Artık konuşarak kendimi toparlamaya çalışıyordum, bir süre sonra bu da imkansız hale gelmeye başladı, birbirinden ve benden bağımsız onlarca düşünce konuşmamı engellemeye başladı.

“Türkiye’de anal seks, hemen her erkeğin göz göre yıktığı bir tabudur. Sokaktaki bir erkeği hayal et, dar pantolonlu bir kadının götüyle ilgilenir; ya alenen bakar, ya gizliden bakar, ya bakmamaya çalışır. Hatta bazıları “Off bu ne sikilir bee!” diye iç geçirir. Bilir misin bir lafı vardır ataların, (Ataların… Hangisi bu? Hangi at… Bir aygır hikayesi vardı neydi o? Sudan çıkan ak aygır… Köroğlu’nun muydu? Kimindi?) Hak deliği varken bok deliğine sokulmaz. (Jean-Baptiste Grenouille… Dabakhanede çalışıyordu… Bu koku da ne böyle? Balık pazarı yakınlarda olmalı… Bugün o deri bitecek!) İşte ataların bu lafı, bunun bir tabu olduğunun… (Perde mi yanıyor? Bu parlaklık da nereden çıktı? Sular mı yandı ne var? Duman şimdi boğacak ikimizi de, neden bu kadar rahat bu kadın!) …göstergesi işte. Ama her gün binlerce erkek ve kadın bu tabuyu yıkıyor. (İleriyi gösterdiği parmağına ve diğer yerlerine ipler bağlanmıştı… Dev gibi bir heykel, mahşeri bir kalabalık… Çok güçlü olmalılar. Tunçtan yapılmış bir heykel bu… Nasıl devirebiliyorlar… Kalabalığın kızgınlığı, kızgınlığın kalabalığı… Yanacağız diyorum, boğulacağız dumandan… Bir şeyler yapsana gerizekalı! Ya da çabuk yıkıl karşımdan!)”

Konuşmaya çalışmak artık beyhude bir çaba olmuştu. Düşünceler gittikçe daha hızlı akıyordu zihnimden. Bir ara göz göze geldik Nihal’le. O da dinliyormuş gibi görünmüyordu zaten. Gittikçe kalkan tek kaşı inmiş, gözleri küçülmüştü. Ama dudağındaki o belir belirsiz gülümseme hala yerinde duruyordu. Onu o suretle son kez görüyordum. Daha sonra suratı, Van Gogh helezonlarıyla çizilmiş Mona Lisa’ya dönüştü. Dudağı oynamıyor, ama nasılsa konuşabiliyordu:
- Yok Leonardo’nun kendisiymişim, yok bir şifreymişim de çözülmem gerekiyormuş… Nazım Hikmet, Çinli bir komünistin sevgilisi bile yaptı beni bir dönem. Bana sorma gereği bile duymadan, acaba gerçekten böyle mi diye düşünmeden benim ağzımdan şiirler yazdı. Ama ben yalnızca Mona Lisa’yım. Tüccar Giocondo'nun eşi, üç çocuk annesi bir kadınım. Bu kadar basit… Bana anlamlar yüklenmesi hoşuma gitti uzun bir süre. Ama bu o kadar uzun yıllar devam etti ki artık “ben” olarak var olamıyordum. Kimse beni ben olduğum için sevmiyor artık. Buna bir çare bul!

Bir çare düşünmeye çalışırken Mona Lisa birden yok olmuştu. Nihal’i sadece burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar görebiliyordum. Ağzını hafif açmış, dudakları ıslak… Ama tablodaki gibi ağzında hap yoktu. Artık direnmeyi iyice bırakmış, iyiden iyiye kendimi bundan sonra böyle yaşayacağıma inandırmaya başlamıştım. Arkama yaslandım. O an Nihal’in ağzı, boynu ve gerdanı karşı kanepeden kalkıp bacaklarımın arasında diz çökmüştü. Fermuarımı indirdi, elini içeri sokup benimkini kavradı. Müthiş derecede yavaş yapıyordu bunu. Bir eliyle aletimi kavramış, bir eliyle pantolonumu tutuyordu. Bu halde uzun bir süre durdu. Daha sonra dudağını yavaş yavaş yaklaştırıp ilk dil darbesini attı. Dilinin ıslaklığını hissettiğim an bundan 20 yıl öncesine ait görüntüler gözümün önüne hücum etmeye başladı. Birinde babam elinde VHS kasetiyle odaya giriyor; burnunu çeke çeke, tek omzunu yukarı kaldırıp indire indire televizyona yanaşıyor; Sonra ekranda bir kadının, tek göğsünü açıkta bırakan Romalı kıyafetleriyle kiliseye doğru koşturduğu görülüyordu.

Nihal’in ağzı, yalamayı bırakıp baş kısmını ağzına almaya başladığı anda, babamın bana porno film izlettiği ilk güne tekrar döndüm. Papaz elbisesi giymiş bir adam, az önce koşturan kadının saçlarından tutup ağzına veriyordu. Kendi kafasını yukarı kaldırıp zevkin doruklarında olduğunu tüm izleyenlere kanıtlarcasına nefes alıyordu.

Bu görüntü de dağıldıktan sonra, Nihal’in saçlarını tutan sol elimin omzumdan ayrılmaya başladığını fark ettim. Acı hissetmiyordum, kan yoktu. Ekmek koparır gibi ayrılıyordu. Tamamen ayrılıp düşmesin diye sağ elimle sol kolumu pazularımdan tuttum. Bu sefer sağ kolum dirseğimden ayrılmaya başladı. Parça parça dağılıyordum. Paniğe kapılıp Nihal’e beni sıkıca sarmasını yoksa paramparça olacağımı söyledim. Ayağa kalktı, eteğini kaldırdı, külodunu kenara kaydırıp kucağıma oturdu. Az önceki yavaşlığından eser kalmamıştı. Işık hızında kalkmış, ışık hızında içine almıştı. Sarıl, diye bağırdım. “Çabuk sarıl parçalanıyorum!” İçine aldığı kadar hızlıca sarıldı bana Nihal. Bir süre böyle durduktan sonra nedense artık vücut bütünlüğümle ilgili kaygılarım yok olmuştu. Belinin iki yanından tutup, biraz yukarı kaldırdım ve indirdim. Bir mekanizmaya ilk hareketini verir gibi, Nihal’i aletimin üstünde bir iki defa daha kaldırıp indirdim. Nihal bunu bir emir telakki ederek, kucağımda zıplamaya başladı.

Her pozisyonda şekil değiştiriyordu, bazen lateksler içinde dominant, orta yaş; bazen Uzakdoğulu ve cinselliği yeni yeni keşfeden, genç; bazen “hadi vur artık şu jileti!” diye bağıran tutkulu bir kadın… O güne kadar anlattığım bütün fantezilerdeki kadın oluyordu birer birer. Yıkılmasını, en azından üstünde rahatça konuşulacak hale gelmesini istediğim tüm tabuları yıkıyor, sapkınlık diye bakılan tüm arzuları bir bir yaşıyordum.

Zaman ve mekan algısını yitirmeye başladığım andan itibaren kendimi sadece Nihal’e, yani onun dönüştüğü kadınlara bırakmıştım. Ne kadar sürdü, daha sonra neler yaptık hatırlamıyorum. Ertesi sabah gözümü açtığımda Nihal uyanmış, perdelerin köşesine hiç kıpırdaman ve büyük bir şaşkınlık içinde bakıyordu. Birkaç dakika onun hiçbir şey yapmayışını izledikten sonra sırtüstü pozisyona geçtim. Midemle soluk borum yer değiştirmiş, kalbim sağ dizimin iç tarafında atıyormuş gibiydi. Bütün anatomim bozulmuştu. Bir süre hangi organımın artık nerede olduğunu kavramaya çalıştıktan sonra kalkıp Nihal’in yanına yanaşıp omzundan sarstım. “Dün bunların yandığını söylemiştin!” diye bağırdı aniden. İşte, dedim kendi kendime, beni kendime getiren, böyle bir şey olmalı!

Kendimi sokağa attığımda hava iyice kararmıştı. O eve girdiğim ilk andan bu yana 27 saat geçmişti. Eve gidip dinlenmeli, iç organlarımı yerli yerine koymalıydım tekrar…

İki gün sonra kitabevinde çalışırken, içimde karşı koyamayacağım bir istek oluştu. Zaten iki gündür, bana neler olduğunu, Nihal’in nasıl bu kadar iyi sevişebildiğini düşünüyordum. Bana tüm bunları nasıl hissetirebilmişti? Seksin içine bütün benliğimi katmamı nasıl sağlamıştı? Tekrarlansın istiyordum, tüm o anları bir daha yaşamak istiyordum. “Akşam evde ol, sana anlatmadığım bir sürü fantezi var!” diye bir mesaj attım Nihal’e. Cevap vermedi, zaten herhangi bir cevap beklemiyordum. İşten çıkar çıkmaz soluğu onun evinde aldım. Tekrar salon… Tekrar çalışma odası… ve tekrar o dilinde hap olan kadın ağzı tablosu…  Yine aynı etkilerle seviştik. 

Birkaç sefer dışında her gittiğimde onu evde buluyordum, her seferinde sırasıyla aynı şeyleri yapıyor ve her geçen gün daha da kuvvetli bir şehvetle sevişiyorduk. Tabloyu yalamak dışında her şey mantıklı geliyordu bana. Hatta seslerin cisimlerinin olduğuna bile inandırmıştım kendimi artık ancak her şey o tabloyu yalama işinde tıkanıp kalıyordu. Arzularım gittikçe o tablo üzerinde yoğunlaşmıştı. Sadece o tabloyu yalamaya gidiyordum bazen, ondan sonrası kendiliğinden gerçekleşiyordu.

O kışı ve yazın ilk günlerini de öyle geçirdikten sonra Nihal mezun olup şehri terk etti. Ona artık ulaşamayacağım fikri ve artık aynı şehirde bulunmadığımız gerçeği canımı tahmin ettiğimden çok daha fazla yakıyordu. Bazen onun yanında olmayı o kadar çok istiyordum ki üzüntüden saçımı başımı yoluyordum. 2-3 ay da böyle devam etti. Yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başladığım günlerden birinde, Konur Sokak’ta dövme stüdyosu olan bir arkadaşım aradı: “Çok güzel bir şey buldum hemen gel!”

İş çıkışı koştura koştura yanına gittim. Kapıyı çaldım, başka biri açtı. İçeri girdiğimde Salih, beni arayan arkadaşım, koltuğun birine serilmiş, kafası yana düşmüş, gözleri yarı açık, belli belirsiz gülüyordu. Yanındaki sehpaya doğru uzandı, iki parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir kağıt parçası uzatıp “yala” dedi kısık bir sesle; “Geç kaldın, biz sensiz başladık!” diye bağırarak devam etti. Nihal’le geçirdiğim son 5-6 ayım gözlerimin önüne geldi birden. “Neden yalıyoruz bunu? Ne ki bu?” diye sordum. 

LSD, dedi, Van Gogh’la tanışacağım şimdi.


Samsun Asfaltında Otomobiller

Yaz bitiyor, bitmekle kalmayıp içimizdeki sıcaklığını da alıp götürüyordu. Ama hala balkonda yaşamaya direniyorduk. Kahvaltımız yeni bitmiş, eline dergini almış okumuyordun. Ben de Samsun Asfaltı manzarasına bakmıyordum, ki severdim Samsun Asfaltındaki otomobilleri. "Bugün içmeye ne zaman başlayacaksın?" diye sordun durduk yere, okumadığın dergiden kafanı kaldırıp. Bunu o kadar inandırıcı yaptın ki, sana haksızlık ediyor olma ihtimalim bir an kafamı kurcaladı. Sonra evdeki binimum kadın dergilerinin hep aynı sayfaya kadar okunduğunu hatırladım. Her seferinde aynı yere kadar gelip kahvaltı masasını toplamaya girişiyordun. Bir aydır aynı dergileri eline aldığının farkında bile değildin belki. Bir aydır sen eline dergi alıyor, okumuyordun; Ben de Samsun Asfaltına kafamı çeviriyor, bakmıyordum.

-Neden sordun?
+Dergide okudum, içmek erken yaşlandırıyormuş.
-Ben bi tekele gideyim o zaman. Bu saatte başlarsam, takribi ne zamana yaşlanmış olurum?
 
O gün erken başlamak gibi bir niyetim yoktu, hem hava bir haftadan beri ilk defa güzeldi, hafta sonuydu, Ankara'da parklar vardı ve ben içlerinden Kurtuluş'u çok seviyordum. Hava masa tenisi oynayabilecek kadar rüzgarsızdı ve ben sana bilerek yenilmeyi çok seviyordum.
 
Kafanı dergine eğip, okumamaya devam ettin. Samsun Asfaltına baktım, otomobiller hala oradaydı. Ben de kalkıp tekele gittim.

İntihar Mektubunu Bana Postala

Üniversitenin son senesinde, artık havalar ısınmış, öğrencilerin derse gitmek dışında her boku yemeye başladığı zamanlarda bir birahaneye takılıyordum. Kıştan beri oradaydım aslında ama o aralar gidişlerim sıklaşmıştı, finaller falan umrumda değildi, çünkü kağıda ne yazsam geçiriyorlardı nasılsa. Hatta bir keresinde, imla kılavuzu tarihçesinin sorulduğu bir soruya cevaben Galatasaray-Adanademirspor maçının son 15 dakikasını bile anlatmıştım. Bir bozkırda sürdürüyordum öğrenimimi ve bozkırlar birahanelere takılmak için müthiş yerlerdir. Bu fikri paylaştığım bir grup insanla çoğu zaman veresiye demlenirdim. Emekli Salih Öğretmen vardı. İsmi Salih değildi, emekli de değildi. Atanalı iki yıl olmuş, aslen Ömerceli bir adamdı. Filmlerde gördüğümüz öğretmen emeklileri gibi giyinir, okuldan çıktığı gibi yanımıza gelir, götü başı dağıtana kadar içerdi. Daha sonra, sanki az önce bağıra bağıra küfür etmemiş gibi ceketinin önünü ilikler, öğretmen çantasını eline alır, aynı müşfiklikle evine giderdi. Rıza Abi vardı ki kendisi veresiye demlenmelerimizin yarısını karşılayan adamdı, diğer yarısını devletin okul bitince söke söke alacağı kredimden karşılardım. Hatta bir iki ay ziraat bankası kartımı şifresiyle beraber birahane sahibine vermek zorunda kalmıştım, sağolsun Rıza Abi kapatmıştı o defteri. Biri mühendislik, diğeri işletme fakültesinde olan iki arkadaş daha vardı, mühendislik okuyanın adı Halim'di. Çok içerdi Halim. 3 gün boyunca demlendiğine şahit olmuştuk. Kaç litreye tekabül ettiğini hesaplayınca tüylerimiz diken diken olmuş, birer bira daha söyleyip Halim'e kaldırmıştık kadehleri. Boş zamanlarında enginar yerdi, karaciğere iyi geliyormuş. Ama enginarı demlendiği kadar çok yemediği için 37 yaşında sirozdan öleceğine bahse bile girmiştik kendi aramızda. İşletmede okuyanın adı Dilber, arap kızı...

Bir gün kapıdan bir kadın girdi, en fazla benim yaşlarda... Üstünde kronik devrimci ceketi, ayağında dar bir pantolon, postacı tipi çanta... Bir masaya oturdu ve o masa önümüzdeki bir kaç hafta ev sahipliği yaptı içtiği biralara. Bir gün Rıza Abi'nin cömertliği üstündeyken ısmarladığı biralardan biri nasıl olduysa onun masaya da uğrayınca bozkır birahanesinde beraber demlenenlerin sayısı bir kişi arttı. Tanıştık, Zarife'ymiş adı. Kitapçılık yapıyormuş. "Benim hayalimdi edebiyat okumak" dedi, edebiyat okuduğumu öğrenince. "Benimki de kitapçılık yapmaktı." dedim.

Tanışıp kaynaştıktan sonra artık, oturduğu masa değişmiş, karşımdaki yerini almıştı. Bir babası varmış Balıkesir'de, annesi doğumda ölmüş. "Hastane önünde incir ağacı" türküsünü ne zaman dinlese ağlarmış bu yüzden. "Evlilikten bu yüzden korkuyor olabilirim, aslında korktuğum ölümün kendisi. bilinçaltı işte..." dedi bir gece, telefon numarasını almış gecenin bir yarısı aramıştım. Gündüz çalışıyordu, saat 9 gibi birahaneye geliyor içmeye başlıyorduk, gece telefon konuşmasını bitirip beraber uyuyorduk. Bir kaç akşam bozkırda demlenenlerden ayrı masada oturmuş saatlerce kitaplardan konuşmuştuk. Boş ver abi, diye bağırmıştı Halim bu akşamlardan birinde, satacaksa kadınlar yüzünden satsın! Şaka yollu bir serzeniş olarak algılayıp geri dönmüştük Halimlerin masaya.

En suskun zamanlarında telefonum çaldı bir gün. Tanışalı tam 1 ay olmuştu. Zarife intihar etmiş. İntihar etmekle kalmayıp bir de intihar mektubu bırakmış benim için. Bir insan düşünün, intihar etmeye karar vermiş; geride kalanlara bir mektup bırakmak istiyor ve mektubunu tanışalı sadece 1 ay olmuş birine yazıyor. Yalnızlığın en büyük göstergesi bu değildir de nedir? İntiharının en yakın tanığı durumuna düştüm Zarife'nin. Belki 1 ay daha intihar etmeseydi, artık sıkıcı bulacaktı beni, bana bunu güzel bir dille anlatamayacağı için bir süre sessiz geçecekti demlenmelerimiz. Daha sonra ben bu sessizliğe dayanamayıp birahanemi değiştirecektim. Ama 1 ay daha dayanamadı Zarife ve ben, onun cenazesinde onur konuğu olarak saf tuttum.

Şimdi ben kitapçı oldum, ama Zarife edebiyat okuyamadan öldü.

Gamzedeyim Deva Bulmam


(Dinle!)

Geçenlerde denk geldi dinledim. bir yaşlılık hali çöktü üstüme. Emekliliğinde her akşam rakı içip geçmiş günleri yad eden, yanında 38 yıllık karısı dururken "elbet bir gün buluşacağız"a her seferinde aynı hüzün ve coşkuyla eşlik eden emekli bir öğretmen çöreklendi içime.

Yeni evlenmiş de tesadüf o haftasonu ana-babasını ziyarete gelmiş kızım, masama sürekli meze taşıyor, her kadehte suyumu tazeliyor gibi hissetmeye başladım. Havalar da sıcakmış gibi tabii, sürekli buzlukta tutmak gerekiyormuş su şişesini. Zaman, ne ilk akşam, ne de içmeyi bırakacak kadar geçmiş; zaman tam, "başladık artık, allah sonumuzu hayretsin" zamanıymış gibi...

Ulan, dedim kendi kendime, elinde bira var rakıya halleniyorsun.

İçimdeki emekli öğretmeni odada boş boş oturup bira zıkkımlanırken susturamayacağımı farkettim. Rakılık para da kalmamış, sermayeyi biraya yatırmıştım. Bari, dedim, gideyim Gülhane Parkında dolanayım, içimden "bir kızıl goncaya benzer dudadığın"ı mırıldanayım; eski güzel günleri yad edeyim. Kalktım hazırlandım, hakim yaka göynek ve cepkenimi giydim, ince çizgili kumaş pantolonumu geçirdim ayağıma, gözlükler zaten yuvarlak. Tam evden çıkacağım; bira içen tarafım rakıya hallenen tarafımın kulağından tutup durdurdu:

-Dur amına koduğumun salağı dur, Gülhane Parkı Ankara'da mı? Nereye gidiyorsun sen? Cepkeni nerden buldun hem sen gerizekalı?

Ettiği bu küfür, ağzıma hiç yakışmıyordu. Ben de küfredebilirdim ama buna terbiyem müsaade etmiyordu. Zaten o sırada cepkeni nereden bulduğumu düşünüyordum, cevap vermekle uğraşamazdım. Hem iyi çocuktum, küfür etsem bile içimde kötülük yoktur, hem de yani sonuçta Ankara'da Gülhane'yi arayacak duracaktım, bira içen tarafım olmasa.

- Otur oturduğun yerde lan, kumaş pantolon giymiş bir de tipe bak amına koyyim. Puhahahahaha!
+Rica edeceğim, terbiyemizi takınınız. Böyle kaba konuşarak bir yere varamayız.
-Hala varmak diyor! Ne oldu la sana? La otur gece gece evimde, zıkkımlan ne zıkkımlanıyorsam!
+Bakın, eğer böyle devam ederseniz ben de size hakaret etmek zorunda kalacağım.
-Lan göt! Sen hakaret etsen ne olur etmesek ne olur!

Ağız tadıyla Gülhane'de dolanmama izin vermeyecekti bu biracı hayvan. Ruganlarımı çıkarıp odaya geçtim. Baktım rakı kalmamış, kızım ve dallama damadım uyumuş; dolapta buz bitmiş, mezede haydari...

Masanın üstünde iki bira... "bundan iyi cila olur amına koyyim" deyip Ezginin Günlüğü açtım.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Büyüdükçe Zaman Daralıyor...

Çok çocukken, minicikken, zaman güneşle beraber, uykuyla beraber akardı. "Yatçaz kalkçaz, denize gitçez" "Karanlık olunca teyzemlere gitçez" derdik, bir eylemi ne zaman gerçekleştireceğimizi sorduklarında. Hatırla bak, sen de öyle derdin. Çocuklar hala böyle söylüyor. Zaman aralığımız ne kadar geniş: Bir günü; sabahtan ve akşamdan oluşan, uyuyunca sona eren zaman dilimi olarak tahayyül ederdik.

Sonra azıcık büyüdük. 24'e böldüler bir günü. Saati öğrettiler. İlk başta kavrayamadık. Bazılarımız kavramayı reddetti. Bu sefer zaman bildirmek için yeni bir kavram geliştirdik: "Saat 12 gibi oradayım." veya "Saat 4 gibi alacam ben seni evden." vs... Tamam; lisede ders 7:40'ta başlardı ama "Altı buçuk gibi" uyanırdık. Saat 7 gibi gelecek birini, en azından 7:20'ye kadar beklerdik, sonra endişelenmeye - veya sinirlenmeye- başlardık.

Sonunda büyüdük. İş hayatına atılmamız gerekti. Koşturmamız gerekti; servise, otobüse yetişmemiz gerekti. O zamana kadar hep var olan, ama ısrarla üstünde durmadığımız dakikalar, hayatımıza girmeye başladı. Gün artık, resmen 1440'a bölündü. Sabah 6:56 trenini bekler olduk, servis en fazla 7:43'e kadar bekliyordu ve bizim en az 10 dakika önce orada olmamız gerekiyordu. Belediye otobüsü 19:11'de ringini tamamlıyor ve durağa 19:14'te geliyordu. Saat tam 8:00'da işte olmak gerekiyordu, 1 dakika gecikince priminden kesiyorlardı.

Velhâsıl-ı kelâm... Biz büyüdük, zaman sıkıştıkça sıkıştı. İki dakika arasında akan şey olarak tahayyül ediyoruz şimdi zamanı. 

Not: İstisnâlar, müstesnâdır. Doğuştan dakiklere selamlar.

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Arzuda Bir Sapma - Mehmet Erte

Kitabevine biraz erkence gelmiştim, biteyazan bir kitap vardı elimde: Chiviyazıları "Sade'ın Kayıp Günlüğü"nü yayınlamış. Sade meraklısı olarak olay zinciri olmamasına rağmen soluk soluğa okuyordum. 

Her neyse... Son 20-30 sayfayı kitabevinin terasında bitirdim ve işe başladım. Tabi Sade bu, okuyup geçemezsin. (Bu da başka bir yazının konusu olsun) Adamın baştan çıkarıcı tarafını; kaldığı huzurevi/cezaevi müdüründen tut, beraber yaşamaya ikna ettiği biri oldukça genç, diğeri yaşlıca iki hanımefendiye kadar, bu denli çok müridi nereden bulduğunu falan düşünmek zorundasın. Ahlak kurallarını hiçe sayan, henüz yüz yüze konuşup iletişmediği herkesin nefret ettiği birinin bu kadar ikna edici olmasının nedenlerini sorar durursun kafanda. Hoş tek bir cevabı vardır bunun aslında, De Sade çoğunluğun kendilerine bile itiraf edemediği fantezilerini çat diye dile getirir. Normalleştirir. Haklı çıkartır.

Bak yine konudan uzaklaştık. Dönelim: Bu tür düşünceler içindeyken, biraz da sıkıntıdan, Sabit Fikir okuma kararı aldım. Bir kaç yazı okuduktan sonra Arzuda Bir Sapma'nın başlığı dikkatimi çekti. İç sesimle sohbetimde konu hala arzular; toplumun sapkınlık dediği, aslında üst kattaki o teyzenin bile sıkça aklından geçirdiği fantezilerken, okumuş bulundum o tanıtım yazısını. Okumakla kalmayıp, kitabı da incelemek için gittim buldum rafından. 

"İçindekiler" kısmında kendini eleverdi kitap. Hikayelerin adları şu şekilde sıralanıyor bak:
Tasma
Uyanış
İntihar
Yeniyetme
Domates
Sapma
Lokma
Isırmaca
Hain
Bi'lira
Berduş
Dilenci
Prezervatif
(...)

Kitabı şöyle bir inceleyeyim diye başladım, bir baktım alenen okuyorum kitabı:

"O yaz olabildiğince gerçek görünmenin bir yolunu bulmalıydım. Kendi kendimle hiç kimsenin bilmediği yabancı bir dilde konuşuyor ve bunun anlaşılmasından korkuyordum."

Tasma, yani kitabın ilk hikayesi, böyle başlıyor. Okula başlama çağında bir çocuğun hikayesi bu. Artık okul çağına gelecek kadar "büyümüş", yetişkin gibi davranmaca yaşına gelmiş bir çocuk ilk önce büyümeyi ve yetişkin olmayı tartışıyor kendisiyle. Daha sonra okula başlıyor ve bu sefer okulu tartışıyor ve en sonunda fetişini ilk fark edişini anlatıyor. Bunları yaparken ruhsal çözümlemeler de kullanıyor. Zaten kitabın genelinde öyle müthiş bir çözümleme dili kullanmış ki... Kitabı ilginç yapan da bu. Dışarıdan (bu hikaye için konuşmak gerekirse) hiçbir müdahalede bulunmadan, eleştirmeden yapıyor çözümlemeyi. Gerçi çözümleme yapmak da bunu gerektirir ama olayı ve olayın o anki psikolojik durumunu tüm çıplaklığıyla anlatması çok çarpıcı. O kadar ki en küçük anı bile onlarca parçaya bölüyor, En küçük bir hareketin çözümlemesini uzun uzadıya yapıyor. Kitabın genelinde var bu. Her hikayede ayrı bir çözümleme peşinde yazar.

Her öyküyü ayrı ayrı incelemek isterdim, ama neredeyse kitap kadar, hatta kitaptan da kalın bir inceleme yazısı çıkardı eminim. Hem belki telif yasasına aykırı şeyler yazabilir*, çok fazla spoiler verebilirdim. Dolayısıyla söyleyeceğim, göstermek istediğim bir iki şey daha var:

Kitabı okurken, uzun zaman sonra ilk defa bir kağıda kitaptan alıntılar yazma gereği duydum. Aldım elime bir kağıt kalem, yazmaya başladım. Biraz sonra alıntılayacağım şeylerin müşteriler ve diğer arkadaşlar tarafından ayıplanacağı hissiyle yazımı kötüleştirmeye çalıştım. Çünkü Sade'ın da gösterdiği gibi diğer insanlar asla kendi fantezilerini okumayı, fetişleriyle yüzleşmeyi; hele hele yakınlarında birisinin bunlara yakın olduğunu asla görmek istemez. Toplumun geneline ters düşmekten ödleri patlar ve tüm bunları görünce ayıplar, aslında kendi kendilerini ayıpladıklarının farkında olmalarına rağmen ayıplamak zorunda hissederler. Hatta bazıları linç girişiminde bile bulunur. Durum buyken, baktım olacak gibi değil, daha az insanın anlayabileceği şekilde tuttum notlarımı alfabeyi değiştirdim. Bunu da bir not, bir otosansür örneği olarak dile getirmeliyim:



Altını çizmek istediğim diğer konu, "Sapma" adlı hikayesiyle ilgili. Burada yazar son zamanlarda sık sık rastlayamadığımız bir anlatıcı tekniğine başvuruyor. Bir genelevde bir fahişeyle beraber olup bekaretini kaybedecek bir ergenin hikayesi bu da.

Hikaye yine kitabın genelinde var olan çözümlemelerle başlayıp devam ederken bir yerde kahraman, bahsi geçen fahişeyle beraber olma halini, kendisini yetişkinliğe götürecek bir trene benzetiyor ve tren metaforundan başka bir olay çerçevesine daha doğrusu başka bir mekana geçiyor. İçinde bulundukları genelev odası bir kompartımana, kahraman ve fahişe valizlerle boğuşan iki yolcuya dönüşüyor. "Çerçeve vaka" gibi ama değil de gibi... İlginç işte... Biraz böyle devam ettikten sonra kahraman anlatıcı olaya direkt müdahale ederek ana vakaya ya da ana mekana şöyle bir dönüş yapıyor:

"Şimdi öykümüz yine genelev odasını mekan tutacak... Bu genelev odasından hiç ayrıldık mı ki? "Bu genelev odasından," diyorum, 'o' değil; yani şu anda okuduğunuz satırları kaleme alırken 'o genelev odasında' bir kadının karşısında ayakta çırılçıplak durduğumu düşlüyorum ama bir kez düşün gerçekliğinde varolduktan sonra 'orada', 'o' diye bir şey kalmıyor, her şey kaçınılmaz olarak 'burada', 'bu' oluyor. Defterime yazdığım sözcüklerle kurduğum düşte onunla göz göze gelmenin ağırlığıyla gözkapaklarım bir anlığına kapanmış ve trenle yolculuk ettiğim başka bir düşe(...) uyanmıştım."

Bu öykünün bir çok yerinde böyle müdahaleleri görmek mümkün. Anlatıcı hem kahramanın kendisi hem de yaptığı müdahalelerle ikide bir orada olduğunu okuyucuya sezdiren ilahi anlatıcı rolüne bürünüyor.

İşin daha da ilginci ana vakadan her uzaklaşmasında geriye dönmesi biraz daha zorlaşıyor. Birinde ana vakadan uzaklaştığı ana değil de biraz daha sonrasına döndüğünü fark ediyor: 

"...Öykümüze dönelim artık.

"Ama o da ne?! Kaldığım yerden devam etmeyi umarken birden kadının bacakları arasında, cinsel ilişkiye hazır olmayan organımla buluyorum. Ne kadar süredir böyle debelenip duruyorum acaba?"

Bu sorgulama esnasında komodinin üstündeki kültablasında yanan bir sigara görüyor ve soruyor:

"Ama kim yaktı bu sigarayı?.. Bu soruyla birlikte sahnenin başına dönmek mümkün oluyor.

"Sahnenin başına mı? Ah, hayır(...)"

Geri dönüşlerde yaptığı hatayı da okuyucuya açıklamadan öykünün başına dönmüyor yazar:

"Bir konuya açıklık getirmeden maalesef öyküye dönemeyeceğim. Eskiden teypten bir şarkıyı dinlemek için kaseti ileri ya da geri sardığımızda, bir seferde tam olarak şarkının başını tutturmak neredeyse hiç mümkün olmazdı; ya şarkının başını kaçırır ortasından bir yerden yakalardık, ya da albümdeki bir önceki şarkının son kısmını dinleyerek istediğimiz şarkının başlamasını beklerdik. Bir anıyı düz bir zaman çizgisi üzerinde, yaşandığı gibi olay sırasına göre hatırlamak (...) pek mümkün olmadığından bu öyküde benim başıma da böyle geldi işte. 'Bir yetişkini oynayarak kadına yaklaşmaya başladığım an'a dönmeyi umarken ilkin kaseti yanlışlıkla ileri sardım ve yatakta debelenip durarak kadınla sevişmeye çalıştığım zaman dilimine gittim; ardından kaseti fazla geri sardım ve odada kadını beklediğim zaman dilimine döndüm."


Kitap hakkında söyleyebilecek o kadar çok şeyim var ki... Uzun zamandır bu anlatıma rast gelmiyordum. "Albayım Beni Nezahat ile Evlendir"de de böyle kaymalar var ama zaman kaymalarını denk getiremeyen, devam etmesi gereken zamana bir türlü geri dönemeyen anlatıcıyı görmek her kitapta mümkün olmuyor. Yıllarca "serim-düğüm-çözüm" hikayeciliğine o kadar alıştık ki bu tür hikayeler görmek insanı hayli heyecanlandırıyor.

Okuyucunun zaman ve mekan algısıyla oynayarak, arzuları daha çarpıcı bir hale getiren Mehmet Erte'nin bu kitabı Yapı Kredi Yayınlarından çıktı. Yeni sayılır, Mart 2015 baskı.

ISBN:9789750831638
105 Sayfa
Etiket fiyatı: 9 TL.

*Olur da bunu okuyup alıntı miktarıma kızan olursa haklı. Benim de kafamda deli sorular... Çok mu fazla alıntı yaptım acaba? Ama başka nasıl anlatılır? Bu haliyle bile yeterince karışıkken bir de alıntısız nasıl anlaşılırdı ki?  

12 Mayıs 2015 Salı

Hastaneler olmasa nerede ölecek bu insanlar?

Aylık kontrollerden bir diğeri için, bu sabah uyanmakta zorlanarak hastaneye geldik. Hastaneler her zaman yazılası gelmiştir bana, yüz hasta yüz farklı hikaye... Her birini dinle, farklı bir külliyat oluştur, o kadar yani. Bugüne kadar 5-10 farklı şehirde 20-25 farklı hastaneye gittik çeşitli nedenlerle. Bütün bu hastanelerde ilk bakışta göze çarpan en büyük eksiklik şu: Hiçbir zaman hasta bekleme alanlarındaki oturaklar, bekleyen hasta sayısına eşit değil, hatta yanına bile yaklaşmıyor. “Bir kural mıdır bu?” diye sorgulamaya başlıyorsunuz. Sağlık Bakanlığı'nın bizi düşündüğünü gösteren bir uygulamama mı yoksa? Hani "Zaten çok tembel bir milletsin, oturacağına ayakta dur, dolan; kalbine iyi gelsin, spor olsun." demek mi istiyorlar acaba, eğer öyleyse yerim ben onları.
Burada da böyle, Ulucanlar Göz Hastanesi’ndeyiz. Hasta sayısına oranla çok kullanışsız sayılabilecek başka bir şey daha var hatta bu hastanede: Asansör. 4 kişi binince, en son binenin kolu dışarıda kalıyor. Hastanenin kapısından giriyorsun, ilk başta kayıt yaptırmak için banko önü sırası, daha sonra polikliniğe çıkmak için asansör sırası bekliyorsun. Bu da bir yaptırım olabilir gerçi, en azından ayakta durarak veya dolanarak insanları az da olsa spora zorlayan çok sevgili Sağlık Bakanlığı, "Biraz da merdiven çıkın, kalbe iyi gelir!" diyor olabilir. Ama sanırım bir gerçeği atlıyorlar. Hastanelerde ilk bakışta olmasa da biraz vakit geçirdiğinizde fark edebileceğiniz bir durum var: Saat ilerledikçe, sıra bekleyen insanların yaş ortalaması da düşmeye başlıyor. Bu demek oluyor ki bir hastanenin en kalabalık olduğu zamanlar olan sabahın ilk saatleri, hastaların yaş ortalaması baya bir yüksek. Yaşlıların erken kalkabilme potansiyeli şaşırtıcı derecede fazla oluyor çünkü. Beş adım koşsa ölecek insanlar için bu kadar spor fazla! Sanırım Sağlık Bakanlığı bu durum hakkında yanlış bilgilendiriliyor. İşte bunlar hep paralel yapı. Yoksa bakanlık, insanların sağlığını düşünüyor, buna hepimiz emin değil miyiz? En azından yüzde ellimizin bununla ilgili en ufak bir şüphesi yok.
Biraz zaman geçiyor aradan, sıkıntıdan etrafımda dönen sohbetlere kulak kabartmaya başlıyorum. Küçük bir teyze gurubu, içlerinden hangisinin daha hasta olduğunu belirlemeye çalışıyor sanki. İlk teyze giriyor konuşmaya:
- Gözlerimin tansiyonu arkadan arkadan vuruyor, baş ağrısı oluyor bir de.
Bir diğer teyze blöfü görüyor ve arttırıyor:
- Evet evet! Bir de benim gözümden iltihap akıyor sanki, gözlerimi sabah açamıyorum, birbirine yapışıyor göz kapaklarım.
Başka bir teyze, yarışı sadece göz hastalığıyla kazanamayacağını anlıyor olacak ki mide kanaması olduğundan bahsetmeye başlıyor birden. Bir süre mide rahatsızlıklarıyla ilgili yarış devam ediyor. Rakiplerinin mide rahatsızlıkları konusunda da baya dişli çıktığını anlayan teyze, konuyu mideye getirdiği için pişman olarak, duyduğu en ağır vakayı anlatmayı akıl ediyor sonunda:
- 4 gün önce, bizim köyde, 71 yaşında bir kadının gözüne inek, boynuzuyla vurmuş. Kızı yemin ediyor, kadının gözü eline akmış resmen!
Duydukları bu vakadan sonra yarışmayı kazanamayacaklarını anlayan diğerleri, tebrik niyetine vah vahlamaya başlıyor. Bahsi geçen teyze de bir taraftan alt dudağını ısırıp kafasını acı acı sallayarak tüm tebrikleri kabul ediyor. Sonra bir başka yarışma konusu başlıyor: En hayırlı evlat.
Biraz oturduktan, oturduğumuzdan daha fazla ortalarda dolanmak suretiyle sistemin dayattığı zorunlu sporumuzu eda ettikten sonra sıramız geliyor. Üçüncü saatten sonra burada bulunma amacımızı unutmuştuk biz halbuki. Sanki "Nasıl olsa evde de oturuyoruz. Bugün bir değişiklik yapalım da gidip biraz da hastanede oturalım." diye karar vermişiz gibi hissediyorduk. Altın günü etkisi yaratmıştı bu ayki rutin kontrolümüz. Hatta ismimiz okunduğunda bir an için afalladık. Muayenemiz de 15-20 dakika sürdükten sonra hastanenin hemen karşısında bulunan Ulucanlar Cezaevi'nin müzeleşmiş yalnızlığını gezmeye gittik.
Cezaevine doğru yürürken midem yanıyormuş gibi, gözlerim arkadan arkadan vuruyormuş gibi, gözkapaklarım sanki birbirine yapışıyormuş gibi, ineğin biri adeta gözümü patlatmış gibi hissediyordum...

Yağmur düşkünü

Bir bahar gibi girdin ömrümün Eylül'ünden...
Çorak topraklar canlandı,
Dallar renklendi bir sabah ansızın...
Denizlerden alıp mavi rengi,
Sürdüğün de oldu göğe,
Güneşi düşürdüğün de oldu,
Öyle bir nar çiçeği üstüne...

Zamansız düşüyor gözlerin aklıma,
Dur demek boşa...
Ellerin sonra...

Ben en çok seni sevdim,
Ben en çok seni sevmeyi bildim,
Yağmur gibi, bardaktan boşanırcasına...

Bahara teşbih çoktur şiirlerde,
Ama bir bahar, başka nasıl anlatılır baharsız?
Çiçek isimleri de romantikdir üstelik...

Şiirim sırılsıklam...
Şiirim demode teşbih...
Şiirim pluviophile...
Şiirim eski,
Şiirimde hep
Sen gizli..

-İvan B. Milinski

Senken sen, sen değilsin!

Aslında daha genel şeyler de yazılabilir. Hayata dair, genel olmasa da bir sürü kişinin başına gelebilecekleri açıklayan aforizmalar dizilebilir arka arkaya.. Yani, mesela Tunuslu bir kadının, belki hiç gitmediği topraklar için yazılmış bir şarkıyı, sanki bir dakika sonra kurşuna dizilecekmiş gibi söyleyebilmesiyle, tadını bir türlü hatırlayamadığım bir içkinin arasındaki bağlantıyı anlatsam mesela.. Kimsenin ilgisini çekmez.. Ama sen şiir okurken ve bir şiiri ötekilerden ayırmaya karar verirken, senin yaşantına en yakın şiiri seçersin.. Senin için normal bu..
Peki tüm insanlığın ortak duyguları olabilir mi? Daha da önemlisi, bu duyguyla ilgili şiir yazılabilir mi?

Bunca yıllık ömründe, diye soruyorum insanlara, ne öğrendin? Öğrendiğini bir öğüt haline getir ve söyle.. Kimisi ne istersen, ertelemeden, hemen o anda yap diyor. Kimisi yapmamam gerekenleri sıralıyor baştan sona. Hiç kimsenin tek bir cevabı yok. Herkes başka bir şey yapılması gerektiğini söylüyor ve en doğrusunun kendi tecrübeleri olduğu konusunda hemfikir.. Aynı dünyadayız, yani gezegen olarak aynı yerdeyiz.. Yaşamak konusunda epey yol kat etmiş yaratıklarız, bilmem kaç bin yıldır yaşamaktayız, ama mağarada, ama kovuklarda, ama pembe panjurlu evlerde, ama bak bak bitmeyen gök katili apartmanlarda.. Yaşıyoruz işte. Tamam bazılarımız tam olarak beceremiyor. İntihar ediyor bazıları, hem de en romantik şekillerde.. Bazıları da intiharı düşünüyor sadece..

Neyse lan konudan uzaklaşmayalım, nerde kalmıştık.. Demem o ki, o kadar insan tanıyoruz, ama bir türlü çözemiyoruz birbirimizi.. Tanıştığımız insanlara roller biçiyoruz, en uygun rollere bürünüyoruz onlara karşı.. Evleniyoruz, sevgili oluyoruz, aşık oluyoruz ama kavuşamıyoruz, ilkokuldan beri arkadaş oluyoruz, üniversiteden arkadaş oluyoruz, kimisiyle dost, kimisiyle kardeş oluyoruz. Ama bi bok beceremiyoruz, kendimizken bir bok beceremiyoruz. Her şey oluyoruz bu dünyada, çılgın aşık, kıskanç sevgili, sapıkça fantezilere sahip partner, eşini aldatan bir diğer eş, birilerinin dostu.. Bir tek kendimiz olamıyoruz. Yanında bulunduğumuz insana göre şekil alıyoruz. Kimse bizi, biz bizken sevemiyor..

İşte o binlerce yıldır, sanki hayatımız böyle değilmiş gibi, sanki dünyaya sosyal ilişkiler kurmak için gelmişiz gibi yaşıyoruz. Sosyal yaratıklarmışız gibi davranıyoruz. Beceremiyoruz ulan işte..
Dolayısıyla yazılamıyor öyle bir şiir.. Aslında tek ortak noktamız var, başkaları için kendimize roller biçiyor olmamız. Bununla ilgili şiir yazsan da kim kendine pay biçer ki.. Sadece yaşamayı beceremeyenler hariç.. Onların da çoğu ölü.. Nilgün Marmara da öyle:
"Hayatın neresinden dönülse kârdır."

Meyhaneler

Bir yazıda rastladım az önce, "Edebiyatçıların Uğrak Mekanları" diye... İstanbul'daki ve Ankara'daki lokanta ve meyhanelerden ve en meşhur müdavimlerinden bahsediyordu. ilkini okudum, ikinciyi okudum, üçüncüyü dördüncüyü... Yazının ortalarına doğru bir şey farkettim. Hemen hemen bütün meyhane ve lokantaların müdavimleri listesinde Orhan Veli var.

İstanbul'da Lambo'nun Meyhanesi; Orhan Veli'nin keşfi, Nahid Hanım ile buluşma mekanı.. Degüstasyon; Orhan Veli'nin şiirlerine konu olmuş meyhane.. Cumhuriyet Meyhanesi; Attila İlhan'ın Orhan Veli'yle karşılaştığı yer. Ve diğerleri..

Ankara-Ulus'taki Üç Nal Lokantası mesela.. Orhan Veli'nin duvarına, "Üç Nal'a gelen, dört nala gider." yazdığı mekan.. Bir akşam, buradan çıkıp belediyenin açtığı çukura düştü. Dört nala terketti bu dünyayı..


Bir garip Orhan Veli..

Nah şurada düğümlenen diğer şeyler

elinden tutacağın
kimsen yokken yanında
yazın ortasında bastıran
bir akdeniz şehrinin
yağmurunu düşün


sonra dön
ankara'yı başkent yaptıklarında
istanbul'un halini düşün.

-İvan B. Milinski

Kızkaçıran

bir şiir
düğümleniyor boğazımda
kaç gündür


şöyle piyer loti'den esmiş de
el yapımı kanatlarla
galata'dan
geçmiş
çiçek çalmış yıldız'dan
beyoğlu'ndan çikolatasını
koyup koltuğuna
oturmuş üsküdar'a
allah'ın emri ve dahi
peygamber'in kavli ile
kızkulesini
kendisine gelin istemiş
vermemiş ama beylerbeyi
kaçırmış
çöplüğüyle meşhur
ateş pahası atıl arazileriyle meşhur
ve bok kokulu alışveriş merkeziyle meşhur
zoraki başkentlik yapan bir şehrin
bahsi geçen
kenar mahallesine gelmiş.


yol yorgunu bir kızkulesi
ve bir şiir
düğümleniyor boğazımda
kaç gündür.

-İvan B. Milinski

Güvenilir Abiler...

Gitmeyi Yusuf Hayaloğlu'dan... Kaybetmeyi Selim'in bizzat kendisinden... İçince dünyanın kaç bucak olduğunu, İhsan Yüce'den öğrendim ki Platon sınıf arkadaşımdı bu öğrenme esnasında; başarısız bir öğrenciydi o, kurdelayı bana taktılar sadece...

İçtikten sonra nasıl dürüst oluyor insan, nasıl müthiş bir tespit canavarına dönüşüyor, bunu gösterdi bana Ali Lidar. Ben de bu konuda başarılı olamadım. Kurdelayı Haki abiye taktılar.

Sevmeyi Aruoba'dan öğrendim... Yaşama hevesini Orhan Abi'den... Hercai olmama ramak kalmıştı; yolculuklarla, sürgünlerle yaşamayı öğrenebilseydim eğer. Nereye gittiysem oraya götüremeseydim eğer aşklarımı... Ben de güzel şiirler armağan edebilirdim birbirleriyle aldattığım kadınlara. Mektupsuz bırakabilirdim onları.

Ya da ne bileyim, beni ikna edecek bir şair çıkarsa, bundan sonra sana sadece sevdiğim diyebilirim. Mesela uzaklara giden birine iyi dileklerimi sunarken, çokluk ekini atmıştım dilimden yıllar önce:

"iyi yolculuklar denmez bir gidene,
yapılamaz çünkü
çok yolculuk bir seferde.
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiçbir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela."


23 Şubat 2015 Pazartesi

"Hayattasın dediler üzerime alınmadım."

Dinle!

Geceleri geliyor en çok.. Belki de en çok istediğim zamanlarda.. Caddelerde arabalar, yollarda yürüyen insanlar tek tükleşmeye başladığı zamanlarda... Geceleri.. Birden geliyor.. En uzun, içinden en çıkılmaz sorgulamaları getiriyor yanında.. Geldiği gibi gitmiyor, yerleşip duruyor bir süre..

Özgür iradeden bahsediyor, diyor ki "Sen aslında bir hiçsin; bir parça et, kırk türlü sıvı ve onsuz bir bok olamayacağın biraz havadan ibaretsin. Okyanusa kıyısı olan ülkelerin çok iyi bildiği bir kasırgaya tutulmuş alelade bir cisimden farkın yok. Bütün kararların zahiri, aslında işlev olarak mesânenden bir farkı olmayan, dışarıdan bakıldığında kıvır kıvır, buruş buruş, yapış yapış, çipçirkin görünen bir diğer organın, yani beynin, sana karar hakkı vermiyor. Sen bir hiçsin!"

Sus, diyorum; faydasız. Zehrini akıtıyor ve olan oluyor.. Bulunduğum yeri düşünüyorum. İşimi.. Özellikle yaşadığım şehri.. Azami 180'le gelip güneyden; güzelim denizi üçe bölmüş, şekilsiz bir sik gibi duran bu memleketin tam ortasına yerleşmeyi.. Üstelik sıcak bir ilkbahar günü çoluk çocuğu seyre dalmışken göçme kararını duymayı, durduk yere, birden bire, büyük bir hızla yıllarına veda etmeyi.. Engelleyemediğim onlarca şeyi, kabullenmek istemediğim, ama seve seve kabullendiğim bunca şeyi.. Salakça bir gün, salakça bir dürtüyle, o sokaktan değil de ötekinden geçmemin bugünüme yaptığı etkiyi.. Başka bir gün daha salakça bir dürtüyle bulunduğum yerde tanıştıklarımın gecelerime misafirliğini..

Bu benim hayatımsa, diyorum, bu kadar şeye, neredeyse ömrümde gerçekleşen her şeye, karşı etkisizliğim ne demek oluyor? Beyin ne diyorsa kuzu kuzu yaptığım bir hayat, diyorum, nasıl benim olabilir? Benim değilse kimin? Kimin ulan bu? Kim bırakıp gitti bu hayatı? Ne zaman bitecek? Ne zaman göreceğim çıkarken komodinin üstüne bırakılmış parayı? Bu tecavüz niye?

Geceleri geliyor. Bütün onca şey gibi..
Nefretim dahi
Erken uyuyan insanlara,
Hep geceleri..
Ka bir şiir yazıyor,
Zebercet bir kediye daha halleniyor,
Epaminonda biraz daha aşık oluyor,
Selim biraz daha kaybediyor ve daha sert anlatıyor kaybetmenin de bir seçenek olduğunu,
Çamaşırcı Ulviye sabahı düşünerek biraz daha uzatıyor geceyi,
Albayım bana tek kelimelik laflar sokuşturuyor, gerçekleri deri bir eldivenle suratıma vurur gibi, tak diye patlatıyor ağzımın ortasına..
Ali Abi biraz daha bekleme kararı alıyor, yüz yıldır beklenen bir kuyruklu yıldız geçiyor, başının üstünden kara bulutlar geçiyor, bir kedi daha geçiyor, annesi elinde bir bardak sütle bir kere daha geçiyor, gözünün önünden hayatı bir film şeridi gibi geçiyor, bir it sürüsü geçiyor sokaktan..
Bir Leyli bekliyor Ahmed Arif,
Cemal Süreya biraz daha okşuyor sevdiğini..
Hep geceleyin geliyor,
Ben hep daha fazla nefret ediyorum erken uyuyan insanlardan.
Tecavüzümün failleri hep geceleri..