Kitapçılığa ilk başladığım yıldı.
Yollarda dize kadar kar, sağda solda tamamlanmamış kardanadamlar vardı. Dışarda
kar sessizliği, içerde yol şarkıları… İçeri tek tük müşteri giriyor, birkaç
kitaba bakıp hiçbir şey sormadan çekip gidiyordu. Kitabevi AVM içindeydi ve
gelenler kitap müşterisi değil AVM müşterisiydi, çok belliydi bu. Her girene, omuzlarından tutup sarsarak “Ulan
bu havada, sabahın bu saatinde ne işiniz var burada?!” diye sormak istiyordum.
Önceki gece eksi bilmem kaç derecede, karların üstünde votka içmeye
zorlanmıştım, içtiğimiz su bile donuyordu. Üstelik hala sarhoştum. O an evde
olmak, bir şeyler izleyerek uyuyakalmak hayali iyice yerleşmişti zihnime. O
sırada bir kadın girdi içeri. Sağa sola bakındıktan sonra yanıma doğru gelmeye
başladı. O bana doğru yürüyordu, bense uyuyakalmak hayalimin pijama giyme
evresini, bilmem kaçıncı kere kuruyordum.
“Merhaba, acaba Durkheim’ın İntihar…”
dedi; sonra normalden biraz daha fazla duraksayarak devam etti: “…kitabı var
mı?”
Bu gereğinden uzun duraksama
olmasaydı, “var” der gibi kafamı sallayacak, elimdeki işi bırakarak sallana sallana
gidip kitabı rafından alacak, kadının eline bırakacaktım. Daha sonra aynı
umursamazlıkla işimin başına dönecektim. Hayatımda yaşadığım en garip anlardan
bir tanesiydi bu: normalde beni, o miskin ve yarısarhoş halden kurtaracak,
kendime getirecek şey, ani ve güçlü bir sesti. İlk defa bir susuş, beni
uyuyakalmak hayalinden uyandırmıştı. Artık istesem de görmezden gelemeyeceğim
bir es; kadın, ben ve Émile Durkheim arasına yerleşmiş, artık hepimizin ortak
bir sorunu olmuştu ya da ben öyle düşünüyordum: “İntihar’dan sen mi
vazgeçirirsin, ben mi deneyeyim?” der gibi bir bakış attım Durkheim’a; “Ben sosyologum, psikolog değil!” der gibi
bir bakışla cevap verdi; “İyi ki adı ‘İntihar’ olan bir kitap yazdık, her boku
benden bekleyin zaten! İnsanı bilimden soğutursunuz lan!”
Kadına beni takip etmesini
söyledim. Beraberce sosyoloji rafına giderken, konuya nasıl gireceğimi
düşünüyordum; kafamda olası onlarca diyalog deniyor ve her birinde başarısız
oluyordum. Etkileyici bir girizgah bulamamanın verdiği üzüntüyle kitabı
rafından çıkardım, kadının ellerine bıraktım. Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki
“İntihar konulu başka kitaplar biliyor musun?” diye geri çağırdı beni. Raflar
arasında oradan oraya dolanarak bildiğim bütün kitapları eline bıraktım. Daha
sonra stokta olmayan, ama getirtebileceğim kitaplardan bahsetmeye başladım.
Eğer isterse sipariş edecektim ve kitap bana ulaşınca onu arayarak haber
verecektim. “Sen nereden biliyorsun bu kitapları?” dedi, elindeki kitap
yığınını göstererek. “Burası çok büyük bir kitabevi, bütün konularda bu kadar
başarılı olmazsın herhalde. Çocuk hakları ile ilgili kitaplar sorsam mesela,
yine de yerlerine hiç bakmadan bulabilir miydin?”
- İntihar özel ilgi alanlarımdan
bir tanesi.
- Öyle mi? Diğerleri neler?
Kadın en fazla 21-22 yaşlarında, uzun
saçlarını kafasının arkasında gelişi güzel bağlamış, rahat giyimliydi. Genel
anlamda sade bir görüntüsü vardı ama belli ki bunun için uğraşmıştı. Siyah ve
kocaman gözlerini hafif bir göz makyajıyla daha da öne çıkarmıştı. Tüm bu
sadeliğin aksine ruju koyu ve göz alıcı bir renk seçmişti. İlk andan beri bana
“sen” diye hitap etmesi, benimle adeta flört halinde oluşu ve benim bu
konuşmadaki konumum beni, diğer ilgi alanlarımı açıkça belirtmeye ikna etmişti:
- Toplumun genelinin sapkınlık
olarak gördüğü cinsel fanteziler ve fetişler. Yani cinsellikte tabu olarak
görülen şeyler.
Kadın, zaten büyük olan gözlerini
biraz daha büyüterek ve küçücük, belli belirsiz bir gülümsemeyle “O zaman beni
gerçekten çok ilginç bulacaksın.” dedi. Ben de öyle olmasını umuyordum, çünkü
bu kadın kitabevindeki intiharla ilgili bütün kitapları toplamış ve birazdan
satın alacaktı.
- Diğer kitaplardan istediğiniz
var mı?
- FÜG, İntihar Notları’nı
istiyorum mümkünse. Kapora gibi bir şey bırakacak mıyım?
- Hayır. Gelince ben sizi
arayacağım. İsminiz ve telefon numaranız?
- Ne zamana gelir kitap?
- Bir iki gün içinde gelmiş olur.
- İyi çok beklemeyeceğim o zaman.
Yaz, adım Nihal. Telefon numaram beşyüzyedi ikiyüzondört…
Birkaç gün sonra kitap gelmişti.
Normalde kitabevinin telefonundan arıyorduk müşteriyi, ama bu sefer kendi
telefonumdan aradım. Nihal’e kitabının geldiğini, istediği zaman gelip
alabileceğini söyledim. Laf arasında numaranın benim olduğunu da belirttim
tabii. Hemen aynı gün geldi. Yalnız bu sefer o flörtöz halinden eser yoktu.
Normal müşteri gibi geldi, kitabı verdim; hızlıca kasaya gitti kitabı alıp
çıktı. Her şeyi yanlış anladığımı düşündüm. Hiçbir an benimle flört etmemişti
galiba. Ortamın durumu, dışardaki hava ve benim yarısarhoş halim beni böyle bir
yanılgıya sürüklemişti belki. Kendi kendime gelin güvey olup sonra sik gibi
ortada kalmıştım. Ayıp etmiştim. Birkaç gün kendimden utandım sonra da unuttum
gitti.
Bir gün iş çıkışı bir mesaj geldi
Nihal’den “Toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü fantezilerden bahsetsene
biraz?” diye. Aklıma ilk grup seks fantezisi geldi. Tabii ki Marquis de
Sade’dan alıntı yapa yapa anlatmaya başladım. Birkaç soruyla benim anlatma
şevkimi daha da körükledi. Son sorusuna da cevap verdim ve tepkisini ölçmek
için bir mesaj attım. Cevap vermedi. Uyuyakalmış olabileceğini düşünüp içimi
rahatlattım sonra.
2 gün sonra bir mesaj daha geldi,
yine aynı konuda bir soru sormuştu. Ben de bu sefer porno endüstrisi üzerine
konuştum, dedim ki “eğer bir yönetmen, pamuk prenses ve yedi cüceleri
sikiştiriyorsa dünya üzerinde en az bir kişi, bunun fantezisini kuruyordur. Frankenstein’la
sevinen bir pornostar düşün, bunu nasıl açıklayabilirsin?” Çok uçuk bir fantezi
yaratmasını istedim ondan, olması mümkün olamayacak bir fantezi, abartılı bir
şey; “Avatar filmindeki şu mavi kadınla
seks?” dedi. “Onlarcası çekilmiştir, o mavi kadınla akla gelecek her pozisyonda
denemişlerdir bile.” yazdım. Girmiş porno sitelerine, bulmuş o mavi kadının
hayvani inlemelerini, bana linkini attı. Bak, dedim; “Sade’a göre tanrı, nasıl
insanların yüzlerini birbirinden ayrı yaratmışsa, arzuları da öyle yaratmıştır.
Kimse ‘senin yüzün benimkinden neden farklı?’ diye yargılamaz birbirini. Ancak
konu fantezilere gelince herkes çok bayılır karşıdakini yargılamaya. Sokakta
gördüğün o teyze var ya, çok muhtemeldir ki bir grup seksi arzuluyor, en olmadı tüpçü fantezisi var.”
Bir süre cevabın gelmesini
bekledim. Yine en olmadık zamanda terk etmişti konuşmayı. Bu olay birkaç kere
daha yaşandı. Bir süre bana bu “sapkınlıkları” anlattırıyor, daha sonra
konuşmayı birden kesiyordu. Benimse anlatmaktan yana bir sıkıntım yoktu zaten,
genelde insanlarla konuşamadığım, tartışamadığım konulardı bunlar. Biri dinlemek
istese sabah kadar anlatabilirdim. Melis diye biriyle tanışmıştım zamanında;
erkek bedeniyle doğmuş, daha sonra kaçak yollarla ameliyat olup kadın bedenine
kavuşmuştu. Bir süre sonra toplumsal baskıya dayanamayıp erkek gibi giyinmeye
başlamıştı tekrar. Umut adını kullanıyordu, bebekken ona verdikleri ismi…
Melis’le konuşurken de bu konular açılmıştı. Onunla konuşurum diye umuyordum, o
da olmadı. Onun da kabul edemediği şeyler vardı.
Demem o ki bu konuları konuşurken
mutluydum. Aslında konuşmaktan çok, Nihal’in bu konu hakkında gaza getiren
soruları mutlu ediyordu beni.
En son konuşmamızdan 3 gün sonra
kitabevine geldi tekrar. Ayaküstü biraz konuştuktan sonra “hadi gel sana kahve
ısmarlayayım?” dedi. Ben de o an çıkamayacağımı, mola zamanım olsaydı seve seve
kabul edeceğimi söyledim. Ne zaman molaya çıktığımı sordu, “Genelde altı buçukta.”
dedim. Peki, dedi, “o zaman ben gideyim. Saat altı buçuğu çoktan geçmiş.”. “Sen
bilirsin.” deyip uğurladım. Nihal o günden sonra artık her gün saat tam altı
buçukta geliyor, benimle bir kahve içip gidiyordu. Kesinlikle romantizme benzer
bir şey olmuyordu bu kahve zamanlarında, hatta mümkün olduğunca ağzı bozuk bir
şekilde tartışıyorduk. Çok bayağı bir dille, cinselliğin felsefesini
tartışıyorduk. Gerçekten farklı bir deneyim halini alıyordu yavaş yavaş. İkimiz
için de…
Bir ara yine yok oldu. Tekrar
geldiği zaman, bu sefer benim mola zamanlarımda değil, onun çok sevdiği Yengeç
barda buluşmaya başladık. Biraz daha fazla bilgi sahibi olmuştum onunla ilgili:
Hacettepe’de resim okuyormuş, 4. sınıfmış…
Barda oturduğumuz günlerden
birinde, evinde buluşmayı teklif etti bana. Bir durağın adını verdi, “burada
in, ben seni alırım.” dedi. Bir gün, iş çıkışı gittim, duraktan aldı beni.
Evine doğru yürümeye başladık.
Tren yolunun hemen yanında, giriş
katta bir evde oturuyordu. Kocaman bir salon, bu salona sonradan eklendiği
belli olan bir oda, mutfak, banyo, tuvalet… Evin ücra köşesinde kullanılmayan
bir oda daha… Önce kısa bir süre salonda oturduktan sonra, bana çalışma odasını
göstermek istediğini söyledi. Salona sonradan eklenen o odayı çalışma odası
olarak kullanıyormuş. İçeri girdi, ışığı yaktı. Tuval ve şövale doluydu oda.
Her tarafa boya ve vernik kokuları sinmişti. Duvarlarda Van Gogh tarzı yapılmış
yağlı boya resimler vardı. Şövalelerin üstüneyse insan portreleri koyulmuştu.
Odanın içine doğru bir iki adım
atıp, o ilk günkü gülümsemesiyle benim odayı hayranlıkla inceleyişimi seyretti.
Resimleri bir süre inceledikten sonra, sessizliğin bitmesi için aklıma gelen
ilk soruyu sordum: “Van Gogh’u çok seviyor olmalısın?” Evet çok, diye haykırdı
birden. “Haykırmana bakılırsa gerçekten çok seviyor olmalısın.” dedim alaycı
bir ifadeyle. Elimden tutup bir şövalenin önüne çekti beni. Bilerek
tamamlanmamış gibi duran bir tablo vardı üstünde. Resmin sağ alt köşesi hiç
boyanmamıştı, tuval çıplak bir şekilde duruyordu. Geri kalan kısımda bir kadın,
burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar resmedilmişti.
Kadının ağzı açıktı, dudaklarından salyalar akıyordu. Dilinde bir hap vardı.
Geri kalan yerler karanlıktı.
Nihal eğilip tablonun
tamamlanmayan kısmını yalamaya başladı. Ben durumu çözmeye çalışırken kolumdan
tutup “Sen de yapmalısın!” diye haykırdı yine. Van Gogh’u neden sevdiğini
anlamıştım, Nihal de en az Van Gogh kadar deliydi. Tamamlanmamış bir tabloya
dil atmasının başka bir açıklaması olabileceğini sanmıyordum. Dediğini yaptım,
ben de eğilip yaladım orayı. Bunu yaparken bir daha o eve adımımı bile
atmayacağıma dair yeminler ediyordum kendi kendime. İstediğini yaptığımı
görünce surat ifadesi anlatılamayacak bir hal aldı. Artık hareketleri daha da
sertleşmişti, beni yine kolumdan tutup salona götürdü ve kanepeye oturttu. Kendisi
de karşıma geçti, dirseklerini dizlerinin üstüne koydu. En fazla diz boyunda,
geniş kesim bir etek giymişti. Bacağını biraz aralayınca baldırları görünmeye
başladı. Bu hareketi bilerek yapmadığını düşündüm, çünkü hemen sonra gayet
erkeksi bir tavırla “Anlat, dinliyorum” dedi. “Arzulardan, tabulardan ve onları
yıkmaktan bahset biraz daha.” Evde bira olup olmadığını sordum, “biraya
ihtiyacımız yok” dedi.
- Senin ilgi alanın intihar değil
miydi? Kitabevindeki bütün kitapları topladın, neden sürekli bu konularda
konuşmak istiyorsun, diye sordum.
- Evet öyle. Okudum da hepsini.
İntiharı normalleştirmek gibi bir planım vardı, onu hallettim. Bundan hemen
sonra böyle konularla ilgilenmem normal değil mi? İkisi de derin duyguların,
ağır tutkuların bir ürünü?
- Haklısın, evet.
Bira olmamasına üzülerek
konuşmaya başladım tekrar. Bir süre erken yaşta cinselliğin tabu olmadığı
yerlerden, reşit olmayan kadınların sırf cinselliği öğrenebilmek için seks
yapmasının normal karşılandığı coğrafyalardan bahsetmeye başladım. Bazı
tabuların evrensel olmadığını söyledim. Bir erkeğin, kadına köpek pozisyonunda
girip çıkarken, elinde bir jiletle kadının sırtını parçalaması gibi
fantezilerin evrenin her yerinde kötü sayıldığından bahsettim:
- Ne kadar sert, o kadar kötü,
evet, ama o jileti arzulayan kadınların sayısı tahmin ettiğinden daha fazla.
Ben anlattıkça sol kaşı biraz
daha havaya kalkıyor, gözleri daha da büyüyordu. Böyle yarım saat kadar
konuştuk. Daha sonra bazı tuhaf olaylar yaşamaya başladım. İlk önce Nihal’in
hareketleri hızlanmaya başladı. Dizinden kaldırıp saçına götürürken eli
arkasında iz bırakıyordu. Üstten 3 düğmesi açılmış mavi gömleği fosforlu gibi
parlamaya, dizlerinin beyazlığı gözlerimi almaya başladı. Nihayet konu
Türkiye’ye gelmişti. “Mesela Türkiye’de en bilinen tabu, anal seks…” diye
konuşmaya çalıştım. Dilim, ön dişlerimin arasına takılmış da oynatamayacakmışım
gibi hissettim bir an için. Kendime gelmeye ve konuyu devam ettirmeye
çalışıyordum. Nihal’in bana soru sorarken çıkardığı sesi görebiliyordum. “Neden?”
sorusu cisimleşerek onun ağzından çıkıyor, hızlıca gelip kulağıma çarpıyor,
kulak deliklerimi zorlayarak kafamın içine giriyordu. Bir hayal olmaktan çok
hissedebildiğim bir durumdu bu. Artık konuşarak kendimi toparlamaya
çalışıyordum, bir süre sonra bu da imkansız hale gelmeye başladı, birbirinden
ve benden bağımsız onlarca düşünce konuşmamı engellemeye başladı.
“Türkiye’de anal seks, hemen her
erkeğin göz göre yıktığı bir tabudur. Sokaktaki bir erkeği hayal et, dar
pantolonlu bir kadının götüyle ilgilenir; ya alenen bakar, ya gizliden bakar,
ya bakmamaya çalışır. Hatta bazıları “Off bu ne sikilir bee!” diye iç geçirir.
Bilir misin bir lafı vardır ataların, (Ataların… Hangisi bu? Hangi at… Bir
aygır hikayesi vardı neydi o? Sudan çıkan ak aygır… Köroğlu’nun muydu?
Kimindi?) Hak deliği varken bok deliğine sokulmaz. (Jean-Baptiste Grenouille…
Dabakhanede çalışıyordu… Bu koku da ne böyle? Balık pazarı yakınlarda olmalı…
Bugün o deri bitecek!) İşte ataların bu lafı, bunun bir tabu olduğunun… (Perde
mi yanıyor? Bu parlaklık da nereden çıktı? Sular mı yandı ne var? Duman şimdi
boğacak ikimizi de, neden bu kadar rahat bu kadın!) …göstergesi işte. Ama her
gün binlerce erkek ve kadın bu tabuyu yıkıyor. (İleriyi gösterdiği parmağına ve
diğer yerlerine ipler bağlanmıştı… Dev gibi bir heykel, mahşeri bir kalabalık…
Çok güçlü olmalılar. Tunçtan yapılmış bir heykel bu… Nasıl devirebiliyorlar…
Kalabalığın kızgınlığı, kızgınlığın kalabalığı… Yanacağız diyorum, boğulacağız
dumandan… Bir şeyler yapsana gerizekalı! Ya da çabuk yıkıl karşımdan!)”
Konuşmaya çalışmak artık beyhude
bir çaba olmuştu. Düşünceler gittikçe daha hızlı akıyordu zihnimden. Bir ara
göz göze geldik Nihal’le. O da dinliyormuş gibi görünmüyordu zaten. Gittikçe kalkan
tek kaşı inmiş, gözleri küçülmüştü. Ama dudağındaki o belir belirsiz gülümseme
hala yerinde duruyordu. Onu o suretle son kez görüyordum. Daha sonra suratı,
Van Gogh helezonlarıyla çizilmiş Mona Lisa’ya dönüştü. Dudağı oynamıyor, ama
nasılsa konuşabiliyordu:
- Yok Leonardo’nun kendisiymişim,
yok bir şifreymişim de çözülmem gerekiyormuş… Nazım Hikmet, Çinli bir
komünistin sevgilisi bile yaptı beni bir dönem. Bana sorma gereği bile
duymadan, acaba gerçekten böyle mi diye düşünmeden benim ağzımdan şiirler yazdı.
Ama ben yalnızca Mona Lisa’yım. Tüccar Giocondo'nun eşi, üç çocuk annesi bir
kadınım. Bu kadar basit… Bana anlamlar yüklenmesi hoşuma gitti uzun bir süre.
Ama bu o kadar uzun yıllar devam etti ki artık “ben” olarak var olamıyordum.
Kimse beni ben olduğum için sevmiyor artık. Buna bir çare bul!
Bir çare düşünmeye çalışırken
Mona Lisa birden yok olmuştu. Nihal’i sadece burnunun bittiği yerden
göğüslerinin başladığı yere kadar görebiliyordum. Ağzını hafif açmış, dudakları
ıslak… Ama tablodaki gibi ağzında hap yoktu. Artık direnmeyi iyice bırakmış,
iyiden iyiye kendimi bundan sonra böyle yaşayacağıma inandırmaya başlamıştım.
Arkama yaslandım. O an Nihal’in ağzı, boynu ve gerdanı karşı kanepeden kalkıp
bacaklarımın arasında diz çökmüştü. Fermuarımı indirdi, elini içeri sokup
benimkini kavradı. Müthiş derecede yavaş yapıyordu bunu. Bir eliyle aletimi
kavramış, bir eliyle pantolonumu tutuyordu. Bu halde uzun bir süre durdu. Daha
sonra dudağını yavaş yavaş yaklaştırıp ilk dil darbesini attı. Dilinin
ıslaklığını hissettiğim an bundan 20 yıl öncesine ait görüntüler gözümün önüne
hücum etmeye başladı. Birinde babam elinde VHS kasetiyle odaya giriyor; burnunu
çeke çeke, tek omzunu yukarı kaldırıp indire indire televizyona yanaşıyor;
Sonra ekranda bir kadının, tek göğsünü açıkta bırakan Romalı kıyafetleriyle
kiliseye doğru koşturduğu görülüyordu.
Nihal’in ağzı, yalamayı bırakıp
baş kısmını ağzına almaya başladığı anda, babamın bana porno film izlettiği ilk
güne tekrar döndüm. Papaz elbisesi giymiş bir adam, az önce koşturan kadının
saçlarından tutup ağzına veriyordu. Kendi kafasını yukarı kaldırıp zevkin
doruklarında olduğunu tüm izleyenlere kanıtlarcasına nefes alıyordu.
Bu görüntü de dağıldıktan sonra,
Nihal’in saçlarını tutan sol elimin omzumdan ayrılmaya başladığını fark ettim.
Acı hissetmiyordum, kan yoktu. Ekmek koparır gibi ayrılıyordu. Tamamen ayrılıp
düşmesin diye sağ elimle sol kolumu pazularımdan tuttum. Bu sefer sağ kolum
dirseğimden ayrılmaya başladı. Parça parça dağılıyordum. Paniğe kapılıp Nihal’e
beni sıkıca sarmasını yoksa paramparça olacağımı söyledim. Ayağa kalktı,
eteğini kaldırdı, külodunu kenara kaydırıp kucağıma oturdu. Az önceki
yavaşlığından eser kalmamıştı. Işık hızında kalkmış, ışık hızında içine
almıştı. Sarıl, diye bağırdım. “Çabuk sarıl parçalanıyorum!” İçine aldığı kadar
hızlıca sarıldı bana Nihal. Bir süre böyle durduktan sonra nedense artık vücut
bütünlüğümle ilgili kaygılarım yok olmuştu. Belinin iki yanından tutup, biraz
yukarı kaldırdım ve indirdim. Bir mekanizmaya ilk hareketini verir gibi,
Nihal’i aletimin üstünde bir iki defa daha kaldırıp indirdim. Nihal bunu bir
emir telakki ederek, kucağımda zıplamaya başladı.
Her pozisyonda şekil
değiştiriyordu, bazen lateksler içinde dominant, orta yaş; bazen Uzakdoğulu ve
cinselliği yeni yeni keşfeden, genç; bazen “hadi vur artık şu jileti!” diye
bağıran tutkulu bir kadın… O güne kadar anlattığım bütün fantezilerdeki kadın
oluyordu birer birer. Yıkılmasını, en azından üstünde rahatça konuşulacak hale
gelmesini istediğim tüm tabuları yıkıyor, sapkınlık diye bakılan tüm arzuları
bir bir yaşıyordum.
Zaman ve mekan algısını yitirmeye
başladığım andan itibaren kendimi sadece Nihal’e, yani onun dönüştüğü kadınlara
bırakmıştım. Ne kadar sürdü, daha sonra neler yaptık hatırlamıyorum. Ertesi
sabah gözümü açtığımda Nihal uyanmış, perdelerin köşesine hiç kıpırdaman ve
büyük bir şaşkınlık içinde bakıyordu. Birkaç dakika onun hiçbir şey yapmayışını
izledikten sonra sırtüstü pozisyona geçtim. Midemle soluk borum yer değiştirmiş,
kalbim sağ dizimin iç tarafında atıyormuş gibiydi. Bütün anatomim bozulmuştu.
Bir süre hangi organımın artık nerede olduğunu kavramaya çalıştıktan sonra
kalkıp Nihal’in yanına yanaşıp omzundan sarstım. “Dün bunların yandığını
söylemiştin!” diye bağırdı aniden. İşte, dedim kendi kendime, beni kendime
getiren, böyle bir şey olmalı!
Kendimi sokağa attığımda hava
iyice kararmıştı. O eve girdiğim ilk andan bu yana 27 saat geçmişti. Eve gidip
dinlenmeli, iç organlarımı yerli yerine koymalıydım tekrar…
İki gün sonra kitabevinde
çalışırken, içimde karşı koyamayacağım bir istek oluştu. Zaten iki gündür, bana
neler olduğunu, Nihal’in nasıl bu kadar iyi sevişebildiğini düşünüyordum. Bana
tüm bunları nasıl hissetirebilmişti? Seksin içine bütün benliğimi katmamı nasıl
sağlamıştı? Tekrarlansın istiyordum, tüm o anları bir daha yaşamak istiyordum.
“Akşam evde ol, sana anlatmadığım bir sürü fantezi var!” diye bir mesaj attım
Nihal’e. Cevap vermedi, zaten herhangi bir cevap beklemiyordum. İşten çıkar
çıkmaz soluğu onun evinde aldım. Tekrar salon… Tekrar çalışma odası… ve tekrar
o dilinde hap olan kadın ağzı tablosu…
Yine aynı etkilerle seviştik.
Birkaç sefer dışında her
gittiğimde onu evde buluyordum, her seferinde sırasıyla aynı şeyleri yapıyor ve
her geçen gün daha da kuvvetli bir şehvetle sevişiyorduk. Tabloyu yalamak
dışında her şey mantıklı geliyordu bana. Hatta seslerin cisimlerinin olduğuna
bile inandırmıştım kendimi artık ancak her şey o tabloyu yalama işinde tıkanıp
kalıyordu. Arzularım gittikçe o tablo üzerinde yoğunlaşmıştı. Sadece o tabloyu
yalamaya gidiyordum bazen, ondan sonrası kendiliğinden gerçekleşiyordu.
O kışı ve yazın ilk günlerini de
öyle geçirdikten sonra Nihal mezun olup şehri terk etti. Ona artık
ulaşamayacağım fikri ve artık aynı şehirde bulunmadığımız gerçeği canımı tahmin
ettiğimden çok daha fazla yakıyordu. Bazen onun yanında olmayı o kadar çok
istiyordum ki üzüntüden saçımı başımı yoluyordum. 2-3 ay da böyle devam etti.
Yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başladığım günlerden birinde, Konur Sokak’ta
dövme stüdyosu olan bir arkadaşım aradı: “Çok güzel bir şey buldum hemen gel!”
İş çıkışı koştura koştura yanına
gittim. Kapıyı çaldım, başka biri açtı. İçeri girdiğimde Salih, beni arayan
arkadaşım, koltuğun birine serilmiş, kafası yana düşmüş, gözleri yarı açık,
belli belirsiz gülüyordu. Yanındaki sehpaya doğru uzandı, iki parmak
kalınlığında ve uzunluğunda bir kağıt parçası uzatıp “yala” dedi kısık bir
sesle; “Geç kaldın, biz sensiz başladık!” diye bağırarak devam etti. Nihal’le
geçirdiğim son 5-6 ayım gözlerimin önüne geldi birden. “Neden yalıyoruz bunu?
Ne ki bu?” diye sordum.
LSD, dedi, Van Gogh’la tanışacağım şimdi.