28 Eylül 2017 Perşembe

Sarhoşken Büyütülen Şeyler - 3

İlk kelimeyi yazıp bir iki saniye durdum. Sonra sildim, bunu yazıyorum. Başlamadan sigara molası veriyorum. Sen de yak bir tane... Şunu dinle... Sonra gel, konuşalım.

Geldim.

1
İki yan evde oturuyordu arkadaşım, Süleyman. Liseyi sırf lise mezunu olmak için okuyordu, mezun olduktan hemen sonra askere gitmek ve dönüşte berber kalfası olmak dışında bir planı yoktu. Planlarını gerçekleştirmek için ise yan mahallenin berber dükkanında çıraklığa başlamıştı. Kalfa olmasına pek az kalmıştı Süleyman'ın. İki haftada bir arar, bedava tıraş ederdi beni. Mesleki gelişimini, saçıma saçma sapan şekiller vererek tamamlamasının önündeki tek engel askerlikti. Gitti. Acemisini hatırlamıyorum, usta birliği Kıbrıs'taydı.

Liseyi bitirip askere gitti Süleyman. Ben ise o gelene kadar, ustasına kestirdim saçımı.

Döndüğünde, Haziran'dı. Beni aradı yine. Çağırdı, kalfalığını tebrik niyetine saçımı feda ettim ona, yine saçma sapan bir model verip içeri girdi. Elinde altılı Absolute Vodka'yla geri döndü. Altı tane yetmişlik vodka... Saçlarımı unuttum bir an için. Bir tanesini bana verir düşüncesiyle yaklaştım yanına. Altısını birden elime tutuşturdu, "Kıbrıs'ta çok ucuzmuş lan, ben de alayım dedim." diye uğurladı beni. İlk bir iki gün sadece bakıştık şişelerle. Sonraki gün, bakkalın yanına gidip "Abla bu vodka en iyi neyle içilir?" diye sordum. "Fanta" dedi. Sanırım elinde acilen satması gereken bir stok bulunuyordu. Aldım eve gittim. Rakı bardağına hazırladığım vodka fanta karışımının ilk kadehini içtim. İçiş o içiş...

Bir buçuk ay geçmiş, ben her gün azar azar, ama gittikçe artan bir ivmeyle içer olmuştum. Misafir falan dinlemeden içiyordum. Sonra altısı da bitti, üniversiteyi kazandığımı öğrendim ve okula başladım. Dağın başında bir yurttaydım ve neredeyse bütün bir yazı içerek geçirmiş bir insan olarak alkol bulmakta zorlanıyordum. O ayazda bir damla alkol bulmak için kilometrelerce yürümek zorunda kalıyordum. Ki bir gün yürüsem bile bulamamıştım. Zaten petrol satan, yani işi arabayla olan bir şirketin marketinde alkol bulabildiğime şaşırıyordum. Yanılmamışım. Yasakmış ve yakalanmışlar. Artık satamayacaklarmış. Kuyruğumu sıkıştırıp geri döndüm ve bulabildiğim ilk alkolü, etüt odasında, bir pencerenin pervazından kendimi aşağı bırakmak üzereyken yudumladım. Eyüp Sabri Tuncer bu işi beceremiyordu. Çok acıydı tadı...

Süleyman ise artık "berber" olmuştu. Kendi koltuğu vardı. Kendi parasını kazanıyordu. Bense saçımı kestirme gereği duymuyordum.

2
Evde buldum, annem saklamış. İki tane yetmişlik boğma rakı... Eniştem Adana'ya gittiğinde getirmişti. Bir iki gün bakıştık şişelerle. Sonra bir gün şişede kalan son kolayı bardağıma doldurduğumda, yarısının dolmadığını gördüm. Elim boğmaya uzandı. "Bardağın yarısı dolu mu yoksa boş mu?" diye tartışmalara mahal vermemek için ağzına kadar doldurdum bardağı. Bu optimistlerle pesimistlerin savaşıydı. Ben ise bir şeyler içmeye çalışan bir insandım sadece.

Sonra her gün kola almaya başladım, her gün bardağın yarısını boğmayla doldurmaya başladım. Anneme çaktırmadan içiyordum günlerdir. Bu sefer kuruyemiş de yoktu masada, rakı bardağı da. Dolayısıyla masanın üzerinde açacağım yer de azalmıştı. Tek bardaklık yer açtım ve içmeye başladım.

Tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Aklımda tamamen başka bir şey ve başka biri vardı. Ülkenin tam ortasında ve Afyon'dan sonra en büyük kavşağı konumunda, uzaklara giden hemen herkesin içinden geçip gittiği, geçerken git git bitmediğini fark ettiğin bir şehirde küçük bir kadın, canıma okuyordu benim. Üstelik hiçbir şey yapmadan. Havalar gittikçe bozuluyor, sonbaharın biri, perdeleri savurarak camlardan içeri doluyordu. Sevdiğim bir yazar insan öldürüyor, elleri kelepçeli götürülürken sürekli alıntıladığım cümlesini yeniden kuruyordu. Kronik sorun... Bütün günler aynı geçiyordu.

Çok sevdiğim bir adamın yazdığı şiiri, çok sevdiğim bir adam bestelemiş, söylüyordu. O kadar güzeldi ki şiir ve o kadar güzeldi ki besteleyen adam; iki bölüm arasında çok itici bulduğum bir adamın şiir okuması bile güzel geliyordu. Başucunda ne olduğunu anlattığı bir bölümünde şarkının; bir iki saniye gözlerimi kapattım. Gözlerimin önüne geldi. Gözlerimden bir iki saniye geçti ilk televizyonumuz. Durduğu karanlık oda, altındaki gri ve camlı televizyon sehpası... Yatağın hemen yanındaki yer yatağı...

3
Dayım geldi eve bir gün. İlkokula gidiyordum, belki bir, belki iki... Çok net değil. İlkokuldaki ve daha sonraki hiçbir okul anım net değildir benim. Ama dayımın eve girişini, annemle konuşmasını, televizyonu kucaklayışını ve götürüşünü çok net hatırlıyorum. Bir video izliyormuş gibi net. 

Kumanda yapılacakmış televizyona. Televizyon evimizden ayrılmadan hemen önce sekiz tuşlu, yani sekiz kanallı bir televizyondu. Parlak gri ve yan yana dizilmiş sekiz tuş ile kanalları değiştiriyorduk. Tuşa bastığın zaman tuş basılı kalıyor, başka bir kanala geçmek istediğin zaman başka bir tuşa basınca ilk bastığın sert bir "tak" sesiyle dışarı fırlıyordu. Zapping dediğin şey, çok sesliydi. Çok kısa sürüyordu, zira en fazla sekiz kanal vardı; en az iki tanesi çekmeyen sekiz kanal. Ve çok zahmetliydi, birinin kalkıp televizyonun yanına kadar gitmesi gerekiyordu. Ses kapama-açma ve renk ayarı dediğin de bu sekiz küçük, gri, parlak ve diktörtgen düğmelerin altında iki tekerlek... 

İki gün boyunca televizyonsuz kaldık ve sabırsızlıktan çatlayacaktık. Hayır televizyon düşkünlüğümüz yüzünden değil. Zaten sadece sabahları HBB diye bir kanalda Zeki Müren şarkıları dinliyorduk. Sonrası okulun sıkıcı dakikaları... Daha sonrası ise neredeyse ayakta uyuyana kadar sokaklarda oyunlar oynayıp eve dönmekle geçiyordu. Sabırsızlığımızın nedeni kumandaydı. Sadece kumanda olsa yine iyi. Bir de üstüne üstlük "uzaktan" kumanda... 

Tüm karşılama hazırlıkları tamamlanmış, evde bayram havası yaşanmasına ramak var, televizyon gelecek... Annem tozunu almış gri sehpanın, hazır televizyon kalkmışken. Buradayken üstünde duran dantel, televizyonun boşluğunda arz-ı endam etmekte... Her şey hazır...

Sekizli tuş takımı ve tekerlekler gitmiş, yerine siyah, büyük bir dikdörtgen gelmişti. Televizyon açılınca o siyahlığın bir ekran olduğunu anladık. Kırmızı ve dijital bir "1" rakamı belirdi orada. Dayım hangi tuşları kullanacağımızı gösterdi. Artık sesi de rengi de kanalları da oradan değiştirebilecektik ve artık sekize değil, doksan dokuza kadar gidiyordu.

Uzaktan kumandanın ne kadar uzaktan çalıştığına, battaniyenin ve sair nesnelerin arkasından çalışıp çalışmadığına dair deneysel çalışmalarımız belki başka bir yazının konusu... 

4
Günlerce uğraşının ardından bir şey fark ettik. Kanalı her değiştirdiğimizde ekranda beliren kanal numarasının yanındaki yeşil yazıyı değiştirebiliyorduk. Ayarlar kısmından, yazacağımız kelimenin her bir harfini ok tuşlarıyla alfabeyi dolaşarak atayabiliyorduk. 

Her ne kadar doksan dokuza kadar izin verilse de televizyonumuz sadece dört adet kanalı çekiyordu. Diğer doksan beş tanesi siyah beyaz karıncalar...

Oturdum bir gün karşısına televizyonun, birinci kanala annemin adını verdim... İkinci kanala ablamın... Üçüncü kanala kendi adımı yazdım. Hala dördüncü bir kanal daha vardı. Dayımın ismini yazayım dedim, babamın adıyla dayımın adı aynıydı. Annem sinirlenebilir, üzülebilirdi. Sevdiğim bir arkadaşım geldi aklıma, ama onu da bu mutlu aile tablosuna ekleyecek kadar çok sevmiyordum. Elimde kumanda, televizyonda dördüncü kanal açık, çok uzun müddet durdum. Çaresizliğin ne demek olduğunu o an anladım. Dördüncü kanala verecek bir isim yoktu. Babamın adını yazıp yazıp sildim bir süre. Sonra dördüncü kanalı kaderine terk etme kararı aldım. Benim ailem, bu kanallara ad verecek kadar kalabalık değildi. Bir iki gün sonra, ilk üç kanalın adını da sildim. Kumandayı televizyonun yanına bırakıp televizyona, hatta televizyonun bulunduğu odaya bile sonsuza kadar veda ettim. 

Sonra büyüdüm. Böyle çok içtiğim anların dışında hiçbir zaman, aklıma dördüncü kanal gelmedi. Dördüncü kanalın adını bile unuttum. Dördüncü kanalı sokakta görsem tanımam. Dördüncü kanal ölü mü, diri mi ondan bile haberim yok. Dördüncü kanalların hepsinin amına koyayım. Evet.

5
Ne kadar zorladıysam çalışırken de boğma içebilmek için ikna edemedim hiçbir üstümü. Kuyruğumu sıkıştırıp vazgeçtim ve bulabildiğim ilk kafa yapıcı maddeyi, iş yerimde, bir teras korkuluğundan kendimi aşağı bırakmak üzereyken kokladım. Peligom bu işi beceremiyordu. Çok hafifti kokusu...

Eniştem ise artık "öğretmen" olmuştu. Kendi öğrencileri vardı. Kendi parasını kazanıyordu. Bense okula gitme gereği bile duymuyordum.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

"Bırakın lan beni, bırakın, geçmişe gidip 'senin gelmişini geçmişini sikeyim.' diyeceğim."

Herkes susmuştu, arkadaşlardan birinin telefonundan müzik dinliyorduk. Fatih bu cümleyi etmeden hemen önce sıra Bedih Yoluk'a, nam-ı diğer Kazancı Bedih'e gelmişti: Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir. Yakınlarındaki bir marketin adından mülhem Karakaş diye adlandırdığımız bir parkta, Sheraton Otel manzarasına karşı demleniyorduk. Fatih biraz fazla kaçırmıştı; bizler de kendinden bu denli geçmiş, bağıra bağıra küfreden birine karşı kayıtsız kalabilecek kadar içmiştik en fazla. Birkaçımızın aklında Sheraton'ın ışığı yanan odalarında dönen sikişlerle ilgili hayaller vardı ve Fatih'in gelmiş ve geçmişe karşı duyduğu bu cinsel istek, bu hayalleri daha gerçekçi kılıyordu.

Kimse tutmuyordu Fatih'i. Biz tutmadıkça o, "Bırakın lan beni" diye bağırmaya devam ediyordu. Bir kaç dakika devam etti bu. En sonunda aklıma küçük bir soru takıldı. Fatih kimin gelmişi ve geçmişiyle sorun yaşıyordu acaba? O bağırmaya devam ederken "Fatih" dedim, "Kimin gelmişini geçmişini sikeceksin lan?"

Elindeki boş bira şişesini ağacın dibine fırlattı. Hemen önümdeki poşetten yeni bira çıkardı, susup yerine oturdu Fatih. Çünkü biliyordum; onun bütün derdi, kendisiyleydi.

22 Şubat 2017 Çarşamba

-1-
Ya Ankara Ankara'ydı o zaman ya da ben çok istiyordum doğduğum yerlerden uzaklaşmayı... İki halde de çocuktum belli. Yoksa ancak çocuksu hayallerle kaçar insan, doğduğu yerden. Ben de kaçmıştım. Yıllar önce doğduğum yeri bırakıp Ankara'ya kaçmıştım. Yüksel Caddesine kaçmıştım, bilenler bilir, Pub Uç'a kaçmıştım. Biri matbaacı, biri baba parası yiyici, diğeri dövmeci üç elemanla tanışmıştım; nasıl tanıştığım başka bir günün konusu...

Gündüzleri yazca, geceleri göt donduran soğuklar, Türkiye'nin ortasında çöl iklimi.  Yüksel'deyiz. Yüksel'de ben varım, kapatmaya yaklaşan büfeci var, bankın üzerinde bir çift var, oturan dört sarhoş, gelip geçen sarhoşlar var. İki küçük kız, ellerinde çiçek var. Kafamda bir dünya endişe, içimde eser adette bira, götümün altında karton var. 

Her zaman yaptığım gibi son yudumu dibinde bırakıp sağıma koydum şişeyi. Solumdaki poşetten bira çıkartmak için bir hamle yaptım, ama poşet boşalmıştı. 

Matbaacıdan biraz borç para almıştım, yemek yemek ve bira almak için. Yemeği ucuza getirmiştim. Akşam olunca yol kenarı simitçileri sekiz tanesini bir liraya bırakırdı. Aldığın simitleri yemeyip çivi çakmak için de kullanabilirdin. Farkında değillerdi ama dünyanın en ucuz çekicini satıyorlardı simitçi abiler. O kadar sertleşmişti simitlerin bazıları. Sekiz tane alıp, iki bira fazlası için ekstra bütçe ayırmıştım kendime. Şimdi bu bütçeyi kullanacaktım. Ellerinde çiçek olan kızlardan birini yanıma çağırdım. Beş lira uzattım eline:
- Şuradan bana bir bira, sen de istersen kendine bir kola al gel bakalım!

Hiç de çekingen olmayan bir tavırla geldi, elimden parayı aldı. Kapatmak üzere olan büfe sahibine doğru yollandı. Ve hayır, aklınıza ilk gelen şeyi yapmadı, parayı alıp kaçmadı. Bir elinde bira, diğerinde kolayla göründü bir kaç dakika sonra.

Altımdaki kartonu daha kalın olsun diye katlamıştım. Kalkıp açtım. "Gel biraz otur sohbet edelim seninle" deyip o kız çocuğuyla paylaştım. Geldi, bir kola içimlik mola verdi sevgililere tebelleş olmaya:
-Adın ne senin bakalım?
-Züleyha, abi.
-Kaç yaşındasın sen Züleyha?
-On iki.
-Nerede oturuyorsun peki? Annen baban kızmıyor mu, bu saatte burada olmana?
-Yok abi, biz Zonguldak'tan dün geldik daha, babam madende işçiydi, çıkardılar işten. Biz de geldik buraya. Onlar kalacak yer arıyordur hala. Ben de buraya geldim karnımız doysun diye.

Bir bira ve bir kola daha alacak param vardı. Çıkardım verdim Züleyha'ya. Gece geç, hava göt donduran, ortada sarhoşlar... Kazansın yeterince de gitsin annesinin yanına.

Parayı verip kalktım. Yüksel'de o kadar oturup, sarhoş olmadan kalkmak koyuyordu bana o zamanlar. Son paramı verdiğime verdiğime pişman olmuştum bile. Yürürken "Lan ne o olur bizimkilerin canı içmek istemiş olsun!" dedim kendi kendime. Evde 4 kişi kalıyorduk o zaman.  Ama o kadar kalabalık oluyordu ki, uzun bir süre hangi 4 kişinin ev arkadaşım olduğunu anlayamamıştım. 4 kişi kaldığımızı da kira masrafının dörde bölünmesinden çıkarmıştım. Kimse bana sayı vermemişti.

Eve vardığımda herkes günlük rutinini sürdürüyordu. Biri ders çalışıyor, biri sigara sarıyor, diğeri de müzik setine kulağını dayamış hiç bilmediği bir dilde söylenen bir şarkıyı ezberlemeye çalışıyordu. Selam verip yatağa geçtim. Çok içince sızarsın ya, çok içemedim bari sızayım diye uyumaya çalıştım. Zor oldu, ama  başardım. Yani başarmışım, çünkü insan, uyandırılmadığı sürece uyuduğunun farkına varamıyor.

Ben de uyumayı başardığımı uyandırılınca anladım.  İnsandım o zamanlar.

Sol omzumdan dürtükleyerek yarı ağlamaklı bir sesle "Ivan uyan." deyip durdu bir süre Hamit. O ağlamaklı ses, ben gözümü açmadan başka bir şey söylemeyecekti belli ki. Buna kanaat getirdikten sonra gözlerimi açtım. Dediğim çıkmış, Hamit, "Ivan uyan"dan sonra başka bir cümle kullanmaya karar vermişti:
-İçiyoruz kalk.

Bir insanın hayatında sınırlı sayıda dilek hakkı vardır. İşte ben muhtemelen son dilek hakkımı o zaman, bizimkilerin canı içmek istesin diye harcamıştım. "Keşke başka bir şey isteseymişim lan!" diye trip atacaktım kendime, gereksiz buldum sonra. İsteseydim de yine, belki bizimkileri hiç karıştırmayıp, birkaç şişe bira daha alacak param olmasını  isterdim o an. Sonuçta hepsi aynı kapıya çıkıyordu. Olan Hamit'e oldu:

Hamit okuldan çıkıyor, eve gelmek için otobüse biniyor. İnmesi gereken durağı bir şekilde kaçırıyor. Sonraki durakta inip eve doğru yürümeye başlıyor. Kestirme bir yoldan geçerken sevgilisi Mine'yi görüyor gri bir Broadway'in içinde. Sevgilisini Broadway'in şoförünü dudağından öperken görüyor. İlk önce inanmak istemiyor, "Bu Mine değildir." diyor kendi kendine. Bir daha bakıyor, emin oluyor. "Yanındaki erkek değildir." diyor kendi kendine. Bir daha bakıyor, emin oluyor. Her emin oluşunda dizlerinin bağı çözülüyor. Freud'un savunma mekanizmalarından en bilinenini, insanoğlunun henüz yavruyken kullanmaya başladığı "İnkar mekanizmasını" işletmeye devam ediyor Hamit. "Bu," diyor, "gri bir Broadway değildir." Sonra bunun, Mine'nin onu çatır çatır aldattığı gerçeğini çarpıtmaya bir yararı olmayacağını anlıyor ve arabanın gri bir Broadway olduğuna emin olamadan bırakıyor inkar mekanizmasını işletmeyi. Ne yapacağını bilemeden dolaşıyor dışarıda geceye kadar. Parasını nasıl denkleştirdiğini bir türlü anlamadığımız bir kasa birayı kapıyor, geliyor eve. İlk önce salondakileri topluyor başına içiyoruz diye, sonra benim başımda bitiyor. Sonrası malum: "Ivan uyan..."

Kalktım. Odamın kapısı zaten salona açılıyordu. Üç kişi yere oturmuş, dördüncüye ve beşinciye yer açmak için birbirlerine yaklaşmışlardı. Hamit'le ben oturunca çember tamamlanacaktı. Hamit bira kasasının yanına oturdu, ben de onun yanına oturdum. En dertlimiz sakiliğe başladı. Çakmakla açtığı bira şişelerini dağıttı, ilk yudumu gri Broadway'a içtik.

Kasadaki son biradan son yudumu alan Asım, "Hadi bira bulalım." diye kaldırdı beni. Her birinin ayrı ayrı içesi varmış o gün belli. Ama beni şaşırtan bu kadar parayı nereden bulduklarıydı. Çünkü, muhafazakar bir muhitte beyhude açık tekel aradıktan sonra, sırf bira alabilmek için taksi tutup Cebeci'ye gitmiştik ve taksi parasını da aldığımız yarım kasa biranın parasını da Asım ödemişti. Bir süre sonra "Bira varsa sorun yok" diye düşünerek paranın kaynağını sorgulamayı bıraktım. Üstelik dönüşte yine taksiye binmiştik ve taksi parasını yine Asım ödemişti. Eve geldiğimde Hamit'in haline bakıp "Bu adamın sarhoş olmak için alkol almasına gerek yok." diye düşündüğümü hatırlıyorum. Derdi yeterdi. Gri Broadway onu bir kaç ay daha idare ederdi. Diğerleri hafif ayılmış, Hamit daha fazla sarhoş olmuştu. Üstüne yarım kasa biradan kendisine ayrılan payı içtikten sonra, kamu spotuna dönüştü: "Gri Broadway'de sevgili aldatmak sağlığa zararlıdır. Hamit'e bakın ne halde."

O gecenin sabahında Hamit'in ağlama sesine uyandım. Yataktan kalkıp teselli edemeyecek kadar başım ağrıyordu. Uzun bir süre dinledim Hamit'i. Ben dinledikçe ağladı. Biraz daha zorlasam gözlerinden dalga sesleri duyacaktım. O kadar fazla döküyordu göz yaşlarını. Biraz daha zorlasam ciğerinden gelen yanık kokusunu duyacaktım. O kadar içli ağlıyordu Hamit. Ağlayışını dinledim, ağlayışını kokladım, göz yaşlarını hissettim; ama kalkıp gidemedim yanına. Daha sonra o kalkıp gitti. Uzun süre sesi sedası çıkmadı.. Sonra haberini aldık; ama pişman olduk aldığımıza.

Hamit'in yokluğuna alıştık uzun zaman sonra. Yalnız biz değil, Mine de alışmış, okula rahatça gri bir Broadway'le gelmeye başlamıştı. O gece orada bir buçuk kasa birayı deviren herkes emin olmuştu artık, o arabanın gri bir Broadway olduğuna.

-2-

Neden gerekmez çoğu zaman. Nedensiz içen herkes bilir, ama hiç kimse itiraf edemez nedensiz içtiğini. En geç ilk kadehten sonra mutlaka bir neden bulunur. Elbet bulunur. Biz ilk kadehe bırakmazdık. Haftanın en az üç günü en az birimiz, o gri Broadway'i bahane ederdik. O gün sıra bendeydi:

Yüksel'deydim. Yüksel'de ben vardım, kapatmaya yaklaşan büfeci vardı, bankın üzerinde bir çift vardı; her zaman olur... Oturan sarhoşlar ki onlardan kaç tane var, sayamayacak kadar sarhoştum ben de. Ve elbette; gelip geçen sarhoşlar vardı. İki küçük kız... Ellerinde çiçek vardı. Kafamda bir dünya endişe, içimde eser adette bira, götümün altında karton vardı.

Hamit'i gördüğümüz son günün üstünden aylar geçmişti ama benim o geceki sarhoşluğum bitmek bilmedi. Son biramın ortalarında gözüm o iki küçük kıza takıldı. Birini tanıyordum, Züleyha... Biram bittikten sonra "Züleyha" diye bağırdım. Oralı olmadı kız. Bir daha bağırdım. yine bakmadı. O arada önümden geçmekte olan bir çifte musallat oldu. Erkek sinirli bir hareketle itekledi Züleyha'yı. "Lan" diye bağırdım. Ayağa kalktım, dövecektim. Kadın elinden tutup uzaklaştırdı sevgilisini benden. Gel işareti yaptım Züleyha'ya. "Bu saatte ne işin var burada?" diye sordum, ailesi çoktan kalacak yer bulmuş, babası bir işe girmiş olmalıydı. Kısa bir süre süzdü beni. Ama cevap vermedi. Kartonuma doğru yürürken daha sakin bir ses tonuyla "Gel şöyle, otur biraz. Anlat bakalım ne var ne yok? Ne yapıyorsun bu saatte burada?" dedim. Yanıma yanaştı, oturdu ve anlatmaya başladı Züleyha:

-Zonguldak'tan daha dün geldik abi. Babam madende işçiydi, çıkardılar işten. Ben de burada çiçek satıyorum, babamlar da kalacak bir yer arıyorlar. Bulunca gelip alacaklar beni buradan...

Anlatmaya devam edecekti. Diğer kız elindeki çiçekleri göstererek seslendi uzaktan:
- Zarife! Hadisene kız. Sohbet mi edecen? Kalk hadi!

Bir süre yüzüme baktı Züleyha. Bir şeyler bekledi benden. İnsanların daha önce defalarca yaptıkları gibi, hikayesinden sonra ona para vereceğimi düşündü. Ben bakakaldım. O ise yanıma Züleyha olarak oturdu, Zarife olarak kalktı.


-3- 
Beş yıl geçti, bir zamanlar kaçarak geldiğim Ankara'ya taşındık ailecek. Züleyha hala orada, Hamit'in intiharından habersiz, babasının kalacak yer bulmasını bekliyordu.