10 Haziran 2016 Cuma

Hadi, dedi. Kalk. Durmayalım burada. Bu odada, bu müzik çalarken, bu fotoğraflar sağında solunda, her yerdeyken. Kalbin birilerinin elindeyken ve o birileri emanete ihanet etmekle meşgulken, böyle oturamazsın. Kaçmalısın. Kafanı rahatlatmalısın. Düşüncelerden uzaklaşmalısın.

Üstümü giyinip çıktım. Akşamüstüydü. Sonradan caddeleşmiş, ama cadde diye bildiklerimizden fersah fersah uzak bir görünüme sahip bir sokaktan geçiyordum. Bomboştu. Arabalar sağlı sollu park etmişti sokağa.

Zaman, dedi. 

Dışarı çıktık işte, ne zaman susacaksın sen, diye bağırdım.

Zaman, dedi tekrar. Akıyor. Bu akışı etrafınla etkileşim kurarak anlayabiliyorsun. Hiç ışıklı veya hep ışıklı, bomboş ve penceresiz bir odada zaman akmaz. Orada zaman yoktur. Orada sen varsın. Senin düşüncelerin var. Ve sen, bir insan olarak, bir saniyede düşünüp bitirdiğin şeyleri saatler sürüyor zannedebilirsin. Bu sizin türün zayıflığı... İç ses mekanizmanızın güvenlik açığı... İşte tam da bu yüzden bu odada, yoğun düşüncelerle geçen 5 saniyeyi 5 saat, dingin bir 5 saati 5 saniye olarak algılayabilirsin. Çünkü etrafında etkileşim kurabileceğin tek kişi sensin ve sen de 5 saniyede binlerce koyunu binlerce kurda, saatlerce kovalatabiliyorsun. Üstelik doğanın hiyerarşisini işletmeden: kurtlar kovalamaktan asla yorulmuyor ve bu koyun sürüsünün "en zayıf halka" diye bir kavramdan haberi yok. Hepsi çok hızlı, hepsi yan yana koşuyor.

Park etmiş arabaların arkasında bir yer kestirdim gözüme. Oraya oturup zamanı durduracaktım. Sokakta etkileşim kurabileceğim tek bir şey bile yoktu. Rüzgar yoktu. Olsa bile yapraklarını sallandırıp bu hareketle bana zamanı hatırlatacak tek bir ağaç bile yoktu. 

Burası iyi, dedim.

Burada zamanı durdurabilirim ya da en azından bu kadar hızlı aktığını görmem, dedim.

Sen yeter ki sus, dedim.

Yere rahat oturmak için pantolonumu dizlerimin hemen üstünden yukarı doğru çekiştirdim. Kıçımı yere bırakmak üzereyken, önümde park etmiş arabalardan göremediğim, ama orada olduğuna bu sokaktan binlerce kez geçtikten sonra emin olduğum manav dükkanından bir müzik sesi gelmeye başladı. Ben daha otururken yavaşlamaya başladığını düşündüğüm zamana dokunarak eski hızına tekrar getirdi onu.

Bana bakıp güldü. Sadece güldü ve ben dişlerini dökmek istedim. Suratını dağıtmak istedim. 

Kalktım, yürümeye başladım. Yakınlardaki bir kütüphaneye gittim. Gidebileceğim tek yer orasıydı, bu yüzden gittim. En arkaya oturdum. Kitap okuyacak durumda değildim. "Neden buradayım" diye sorgulamaya başladım oturduğum anda.

Durma, dedi. Kalk. Durdukça ezilecek kalbin. Sevginin anlamını bilmeyenler, parmak izlerini bırakacak kalbine. Suratına bakıp upuzun dilleriyle göz göre göre yalan söyleyecekler sana. Hepsi. İstisnasız hepsi. Sen de yalan söyleyeceksin upuzun dilinle ve göz göre göre. Herkes herkese yalan söyler. Herkes herkesi aldatır. Sen de farklı değilsin.

Sen de değilsin, dedim. Dünyada herkes konuşur. Sen de konuşuyorsun. Sus.

Kalbim eziliyordu. Kalktım. Kimse ne yaptığımı sorgulamadı. Küçük bir baş hareketiyle herkesi selamlayarak girdiğim ve önceden planlamış gibi oturduğum masadan aniden ve henüz kısa bir süre geçmişken kalkmam kimsenin dikkatini çekmemişti. Aynı baş hareketiyle vedalaştım herkesle. 

Kalabalıkta olmam gerektiğini düşündüm. Bir kaç kişiyi aramayı ve "Gelin bana saçma hayatlarınızdan, saçma hayallerinizden bahsedin." demeyi... Kısa bir sürede yanımda olacak arkadaşlarımı aradım zihnimde. Hepsi başka bir şehirde kalmıştı. Yıllar önce, hayatımdaki her şeyin suçunu bir şehre atarak ayrılmıştım ben oradan. Geldiğim yerde daha mutlu olacaktım. Daha dingin... Gömme dolaplardan çıkan kamyonların farları gözümü almayacaktı. Böyle bir planım vardı. Kaçacaktım her şeyden.

O kadar zamanın yok, dedi. Kalabalık güzel fikir. Ama kalabalığın sana gelmesini bekleyecek kadar vaktin yok. Başka bir şeyler düşünmelisin.

Sus, dedim. Çok emrivaki konuşuyorsun ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Ayrıca neden gülüyorsun?

Yine güldü. Yine dişlerini kökünden söküp her birini, bana bakan gözlerine saplamak istedim.

Haftasonları çalıştığım iş yerine gitmeye karar verdim. Yeterince kalabalık ve yeterince arkadaştılar. Yeterince bahsedebilirlerdi bana. Ana caddeye çıkıp dolmuşa atladım. 

Sakalını kes, saçını da kızıla boyat, dedi. Değişiklik olur. Hayatında bazı şeyleri değiştirmek istediğini ilan etmiş olursun herkese. Ama bu ilan-ı tebdilatı anlamayacaklar. Çoğu, kızıl saçın seni palyaçoya çevirdiğini düşünüp arkandan kahkaha atacak. Kızıl saç, seni gerçekten de komik duruma getirecek ve gerçekten de bir palyaçoya benzeyeceksin. Olsun. Sen sakalını kes, saçını da kızıla boyat.

İş yerine vardım. Herkes hafta içi durgunluğundan muzdarip. Beni gördüler. Canları sıkılıyordu. Zaten konuşacak birilerini arıyorlardı. O gün, ben gelene kadar çoktan anlatıp tükettikleri şeyleri yeniden anlatacak yeni birilerine ihtiyaç duyuyorlardı zaten: Kuaför gününden bahseden kadınlar... Yeni çıkmış kitaplardan bahseden kitapçılar... Bir dakikada on bir bin yedi yüz yirmi beş kelime okuyabilen, bu alanda dünya rekortmeni olan on yaşındaki çocuktan bahseden adamlar...

Nasıl, biraz daha iyi geldi mi kalabalık, diye sordu. Yine gülüyordu.

Kalbim eziliyor, dedim. Kaçamıyorum. Ne sen susuyorsun ne ben mutlu olabiliyorum.

Uzaklara gitmelisin, dedi. Nepal'e... Kırım'a... Van'a... Ordu'ya taşınmalısın. Bu şehirdeyken... Kendini Aralık zanneden bir Haziran'dayken... Böyle yaşayamazsın. Kaçmalısın. Kafanı rahatlatmalısın. Düşüncelerden uzaklaşmalısın.

O anda anladım. Kendimi de götürdüğüm bütün gidişler, koşu bandında adım atmak gibiydi. Kaçmam gereken tek kişiydim. Dünyada kaçamayacağım tek kişiydim. Nereye gidersem ben de gelecektim yanımda. Hiçbir şey değiştirmeyecekti gitmek. Olduğum yerde sayacaktım. Olan yollara, olan yolculuklara olacaktı. Ben, nerede değilsem orada mutlu olacaktım. 

Çaresizlikten ağlayacak oldum. Kimseye çaktırmadım. "Kurtarın beni benden!" diye bağıramadığım için, yüksek sesle "Kolay gelsin arkadaşlar!" diye bağırdım. Çıktım iş yerinden. Kuyruğumu sıkıştırıp evime gidecektim. Kapıdan çıktığımda bir sigara çıkardım paketten:

Çok içiyorsun, dedi.

Ateşin var mı, diye sorup kısa kestim yeni bir öğüt duymak istemediğim için.

Cebimde var ya, dedi.

Hırkamın cebinden üstünde "Dostuma..." yazan çakmağı çıkarıp yaktım sigaramı.

7 Haziran 2016 Salı

Sarhoşken Büyütülen Şeyler - 2

Çalışma masamın düzenli bir kalabalığı vardır ve kalabalığın bu düzenini görmeyi reddeden insanlar, beni dağınık olmakla suçlamaktan hiç vazgeçmezler. Oysa neredeyse hiçbir şey rastgele değildir masada. En fazla elimi attığım zaman ulaşabileceğim kadar uzakta kalmasına dikkat ettiğim bir çok kitap, bilgisayarın sağında solunda ve arkasında durur. Onları kitaplığa koymak onları ilk bakışta görmemek anlamına gelir ki bu çok rahatsız edici bir şey benim için.  Yani sadece bir bilgisayarın kaplayacağı alan; bilgisayarın sağında fareyi, ekranın sol üst köşesinden sağ alt köşesine rahatça götürebileceğim genişlikte bir alan; solunda ise bir kültablalık alan daha olur. Masanın kitaplardan arta kalan boşluklarının tam tekmili budur. 

Masadaki kitaplardan bazılarının da üstünde deodorant gibi, kalem açacağı gibi, gözlük gibi sair şeyler bulunur. Tamam; bunların durmaması gerekir belki. Ama beni dağınıklıkla suçlayanların bundan bahsettiğini düşünmüyorum, onlar daha çok kitapların kendisinden bahsediyor, biliyorum.

O gün, kitapları diğerlerinin üstüne yığıp bilgisayarın sağ tarafındaki fare boşluğunun yanında bir şişe boğma rakı, bir rakı bardağı ve küçük bir kuruyemiş kasesi  koyulacak kadar daha alan yarattım. Tamamen boğma rakının doğasına uygun olsun diye Yutub'a girip "Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun" açtım. Videonun başında sanat güneşimin iyi dilekleri karşıladı beni. İlk kadehimi kaldırarak teşekkür ettim kendisine sessizce. Her şeyin en güzelini diliyordu ve sanırım dileğinin gerçekleşeceğine inanıyordu. Öyle içten diliyordu. Şarkıya girince her şeyin en güzeli, ayrılıkların en güzeline dönüşüverdi birden. Ne olduysa o zaman başladı işte. Bu kadar kısaydı mutluluktan acıya dönüşme mesafesi. En beygirli arabalardan daha hızlı çıkıyorduk sıfırdan yüze, mutluluktan hüzne. 

Dünyanın en iyi vodkasıyla en kötü vodkası arasındaki fark, ilk bir kaç kadeh kadardır. Daha sonra ne içtiğinin önemi kalmaz, ne içiyorsan tatları aynıdır o andan sonra. İster likör iç ister şarap, sarhoş olmaya başladığında tüm alkoller aynıdır. Boğma rakıya eser miktarda eklediğim vişne suyu nedensiz yere bittiğinde ve yeterince sarhoş olduğuma kanaat getirdiğimde bu prensibi koştum işe. Buzdolabında yine nedensiz yere duran nar suyuyla içmeye devam ettiğim zaman, sizi vişneyle narın aynı meyveler olduğuna ikna edebileceğime inanacak kadar sarhoş olmuştum. Yutub'da Fatih Erdemci'den "Ben Ölmeden Önce" çalıyordu büyük ihtimal.

Emile Cioran, Burukluk kitabında şöyle yazmış: "Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum." Yani demek istiyor ki "Bitirmek elimdeyken, istediğim zaman esc'ye basıp çıkabileceğim bir hayatı asla ciddiye almıyorum. Bu yüzden bu vazgeçme hakkı, bana yaşayabileceğimi gösteriyor. Oyun benim oyunum, topun sahibi benim, istediğim an topumu alıp evimin yolunu tutabilirim, bu kadar basit." 

Cioran'a sinirlenmeye başladım birden, intiharı yaşamaya tahammül etmek için kullanıyordu. İntiharı kullanıyordu. Kendini öldürmemesine edebî bir kulp bulan bu adamın bütün kitapları, yaşamanın önünde sonunda anlamsızlığı üzerineydi bir de. Bu kitapları okuyup kafasına intihar fikri koyan yüzlerce insanın suratına bakıp "Hayatın anlamsızlığını yazıyorum, siz de bu tespitlerimde bana hak veriyorsunuz. Ama ben adi herifin teki olduğum için kendimi öldürmüyorum." diyemediği için böyle aforizmayla karışık bir cümle kurmuştu. Ve kendini öldürmeyi becerebilmiş herkese haksızlık ediyordu:

Sergey Yesenin... Rus şair... 27 Aralık 1925'te kendi bileklerini kesiyor ve kanıyla bir şiir yazıyor Mayakovski'ye ve sonrada asıyordu kendini:

Elveda sevgili dostum elveda, 
Sen kökleri içimde uzanan.. 
Ayrılık yazılmış alnımıza 
İlerde gene karşılaşırız inan.. 
Elveda dostum, el sıkışmadan 
Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.

Yesenin'in ölürken şiir yazdığı adam, Vladimir Mayakovski... Ki sağlığında sevmezlerdi birbirlerini. Yesenin'in ölümünden sonra bir şiir yazıyor ona:

Alışılmış deyimiyle
Siz
Bir başka dünyaya göçüp gittimiz!
Hayır Yesenin
Bu
Şaka değil,
Boğazımda
Düğümlenen acıdır
Kahkaha değil...

Bu dünyada Ölmek güç bir şey değil,
Bir hayat kurmaktır
Asıl güç olan...

1926'da bu şiiri yazan Mayakovski 14 Nisan 1930'da göğsüne sıktığı bir kurşunla 36 yaşında öldürüyor kendini, ondan geriye sevgilisi Lili'ye ve herkese yazılmış şu şiir kalıyor:

Hepinize!.. 
           İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedi-
kodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
          Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil
bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),ama benim için başka bir çı-
kar yol kalmamıştı.
         Lili, beni sev.
        Hükümet Yoldaş!  Ailem : Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve
Veronika Vitoldovna Polonkaya' dan ibarettir. Yaşamlarını sağlar-
san, ne mutlu bana...
       Bitmemiş şiirleri Brik'lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.

"Bir varmış bir yokmuş"
                                   derler hani :
Aşkın küçük sandalı
                                  hayat ırmağının akıntısına
                                                                         kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda...
Acıları
            mutsuzlukları
                                 karşılıklı haksızlıkları
                         h a t ı r l a m a y a   b i l e   d e ğ m e z :
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
                                yeter.

Silahlara Veda adlı kitabın sahibi Ernest Hemingway... Av tüfeğiyle kendisini vurdu.

Virginia Woolf... İntihar mektubunda bile mutluluktan bahsediyordu ceplerine taş doldurup kendini nehre atmadan önce:
Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.

Kör Baykuş. Sadık Hidayet... Paris'te günlerce havagazlı bir apartman dairesi aradı. Kendisini nasıl öldüreceğine karar vermişti. Bir anlık bir karar değildi. Günlerce böyle bir daire araması bunun en net göstergesiydi. Sonunda buldu ve 9 Nisan 1951'de girdi dairesine. Güzelce giyindi, tıraşını oldu. Evdeki bütün delikleri kapattı. Yazdıklarını yaktı ve havagazı musluğunu açtı.

Van Gogh, Cesar Peavese, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Romain Gary, Yavuz Çetin, Stefan Zweig, Robin Williams, Beşir Fuad ve daha yüzlercesi... Cioran'ı, adı geçenlerin suratına bakıp "Ahmaklar sürüsü!" diye bağırırken gördüm bir an için. Bir ölünün arkasından söylenmeyecek sözler sarf ettikten sonra bir kadeh daha doldurdum.

Yarattığı "Piç"lerini iğrenç bir yaşama ve iğrenç bir ölüme mahkum eden Hakan Günday da bu sinirimden payını alıyordu:

"Bir insanın tanıyabileceği en şiddetli acının kaynağıdır. Müebbet hayat mahkumiyeti. Tek kaçışı ölüm olan bir hapishane."
Hakan Günday böyle anlatıyordu yaşamayı. Piçlerini, yani romanın kahramanlarını, intihara bu denli yaklaştırıyor. İntihar etmeyi meşrulaştırıyor, ancak son anda dönüyordu sözünden:

"Piçler kaçmaktan korkanlardır. Ne evlerinden, ne de mahkum edildikleri hayattan kaçabilirler."

Memleketin en büyük bilgisayar şirketinin başındaki adamı arayıp, oldukça kısa bir konuşmanın ardından istediği kişiyi işe sokabilecek kadar geniş bağlantılara sahip bir "Piç" var kitapta.  Yaşamayı çoktan bırakmış, sokaklara düşmüş. Kendisi için hiçbir şey yapmaya gücü, daha doğrusu niyeti yok. Hakan Günday ısrarla en dibi göstermeye çalışıyor bu kahramana. İnsanca bir intihar için gerekli bütün kaideler var, gerçekleşmiş; yaşamak bir bokmuş gibi yaşatmaya devam ediyor adamı. Oysa yaşamak da yeni bir şey değildi; Yesenin, bunu kanıyla tüm dünyaya ilan etmişti.

"İnsanca bir intihar", sarhoşken çok fazla mantıklı gelmişti. Nasıl ki insanca bir yaşam bir haksa, insanca bir intihar da hak olmalıydı. Bunu insanların elinden alan, onlarla dalga geçen, onların vazgeçmesine değil de açlıktan ölmesine göz yuman bu insanlar çıldırtmaya başladı beni. Küfrettim, küfrettikçe zaten ölmüş olan Cioran'ı, Hakan Günday'ın piçlerini öldürmek istedim. Onların insanca intihar hakkı olmak istedim. İstedikçe imkansızlaştı, imkansızlaştıkça küfrettim.

"Kahrolsun insanca intihar hakkımızı elimizden alan insanlar" diye bağırdım. Nar suyu şişesine elim çarptı, masadan aşağı yuvarlandı. Boğma rakı şişesine baktım, 3 yudum kalmış. "Yeterince sarhoş olduktan sonra ne içtiğinin, nasıl içtiğinin önemi yok." dedim kendi kendime. Nar suyunu yerden almaya üşenişime edebî bir kulp buldum. Şişenin kapağını açıp, ağzıma sapladım. Kalan 3 yudumu da içtikten sonra saplandığı yerden çıkardım şişeyi. Şarkılardan sıra "İki Yol"a gelmişti. Zeki Müren'den Mavi Sakal'a nasıl geldiğimi anlayamayacak kadar sinirli ve sarhoştum.