Hadi, dedi. Kalk. Durmayalım burada. Bu odada, bu müzik çalarken, bu fotoğraflar sağında solunda, her yerdeyken. Kalbin birilerinin elindeyken ve o birileri emanete ihanet etmekle meşgulken, böyle oturamazsın. Kaçmalısın. Kafanı rahatlatmalısın. Düşüncelerden uzaklaşmalısın.
Üstümü giyinip çıktım. Akşamüstüydü. Sonradan caddeleşmiş, ama cadde diye bildiklerimizden fersah fersah uzak bir görünüme sahip bir sokaktan geçiyordum. Bomboştu. Arabalar sağlı sollu park etmişti sokağa.
Zaman, dedi.
Dışarı çıktık işte, ne zaman susacaksın sen, diye bağırdım.
Zaman, dedi tekrar. Akıyor. Bu akışı etrafınla etkileşim kurarak anlayabiliyorsun. Hiç ışıklı veya hep ışıklı, bomboş ve penceresiz bir odada zaman akmaz. Orada zaman yoktur. Orada sen varsın. Senin düşüncelerin var. Ve sen, bir insan olarak, bir saniyede düşünüp bitirdiğin şeyleri saatler sürüyor zannedebilirsin. Bu sizin türün zayıflığı... İç ses mekanizmanızın güvenlik açığı... İşte tam da bu yüzden bu odada, yoğun düşüncelerle geçen 5 saniyeyi 5 saat, dingin bir 5 saati 5 saniye olarak algılayabilirsin. Çünkü etrafında etkileşim kurabileceğin tek kişi sensin ve sen de 5 saniyede binlerce koyunu binlerce kurda, saatlerce kovalatabiliyorsun. Üstelik doğanın hiyerarşisini işletmeden: kurtlar kovalamaktan asla yorulmuyor ve bu koyun sürüsünün "en zayıf halka" diye bir kavramdan haberi yok. Hepsi çok hızlı, hepsi yan yana koşuyor.
Park etmiş arabaların arkasında bir yer kestirdim gözüme. Oraya oturup zamanı durduracaktım. Sokakta etkileşim kurabileceğim tek bir şey bile yoktu. Rüzgar yoktu. Olsa bile yapraklarını sallandırıp bu hareketle bana zamanı hatırlatacak tek bir ağaç bile yoktu.
Burası iyi, dedim.
Burada zamanı durdurabilirim ya da en azından bu kadar hızlı aktığını görmem, dedim.
Sen yeter ki sus, dedim.
Yere rahat oturmak için pantolonumu dizlerimin hemen üstünden yukarı doğru çekiştirdim. Kıçımı yere bırakmak üzereyken, önümde park etmiş arabalardan göremediğim, ama orada olduğuna bu sokaktan binlerce kez geçtikten sonra emin olduğum manav dükkanından bir müzik sesi gelmeye başladı. Ben daha otururken yavaşlamaya başladığını düşündüğüm zamana dokunarak eski hızına tekrar getirdi onu.
Bana bakıp güldü. Sadece güldü ve ben dişlerini dökmek istedim. Suratını dağıtmak istedim.
Kalktım, yürümeye başladım. Yakınlardaki bir kütüphaneye gittim. Gidebileceğim tek yer orasıydı, bu yüzden gittim. En arkaya oturdum. Kitap okuyacak durumda değildim. "Neden buradayım" diye sorgulamaya başladım oturduğum anda.
Durma, dedi. Kalk. Durdukça ezilecek kalbin. Sevginin anlamını bilmeyenler, parmak izlerini bırakacak kalbine. Suratına bakıp upuzun dilleriyle göz göre göre yalan söyleyecekler sana. Hepsi. İstisnasız hepsi. Sen de yalan söyleyeceksin upuzun dilinle ve göz göre göre. Herkes herkese yalan söyler. Herkes herkesi aldatır. Sen de farklı değilsin.
Sen de değilsin, dedim. Dünyada herkes konuşur. Sen de konuşuyorsun. Sus.
Kalbim eziliyordu. Kalktım. Kimse ne yaptığımı sorgulamadı. Küçük bir baş hareketiyle herkesi selamlayarak girdiğim ve önceden planlamış gibi oturduğum masadan aniden ve henüz kısa bir süre geçmişken kalkmam kimsenin dikkatini çekmemişti. Aynı baş hareketiyle vedalaştım herkesle.
Kalabalıkta olmam gerektiğini düşündüm. Bir kaç kişiyi aramayı ve "Gelin bana saçma hayatlarınızdan, saçma hayallerinizden bahsedin." demeyi... Kısa bir sürede yanımda olacak arkadaşlarımı aradım zihnimde. Hepsi başka bir şehirde kalmıştı. Yıllar önce, hayatımdaki her şeyin suçunu bir şehre atarak ayrılmıştım ben oradan. Geldiğim yerde daha mutlu olacaktım. Daha dingin... Gömme dolaplardan çıkan kamyonların farları gözümü almayacaktı. Böyle bir planım vardı. Kaçacaktım her şeyden.
O kadar zamanın yok, dedi. Kalabalık güzel fikir. Ama kalabalığın sana gelmesini bekleyecek kadar vaktin yok. Başka bir şeyler düşünmelisin.
Sus, dedim. Çok emrivaki konuşuyorsun ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Ayrıca neden gülüyorsun?
Yine güldü. Yine dişlerini kökünden söküp her birini, bana bakan gözlerine saplamak istedim.
Haftasonları çalıştığım iş yerine gitmeye karar verdim. Yeterince kalabalık ve yeterince arkadaştılar. Yeterince bahsedebilirlerdi bana. Ana caddeye çıkıp dolmuşa atladım.
Sakalını kes, saçını da kızıla boyat, dedi. Değişiklik olur. Hayatında bazı şeyleri değiştirmek istediğini ilan etmiş olursun herkese. Ama bu ilan-ı tebdilatı anlamayacaklar. Çoğu, kızıl saçın seni palyaçoya çevirdiğini düşünüp arkandan kahkaha atacak. Kızıl saç, seni gerçekten de komik duruma getirecek ve gerçekten de bir palyaçoya benzeyeceksin. Olsun. Sen sakalını kes, saçını da kızıla boyat.
İş yerine vardım. Herkes hafta içi durgunluğundan muzdarip. Beni gördüler. Canları sıkılıyordu. Zaten konuşacak birilerini arıyorlardı. O gün, ben gelene kadar çoktan anlatıp tükettikleri şeyleri yeniden anlatacak yeni birilerine ihtiyaç duyuyorlardı zaten: Kuaför gününden bahseden kadınlar... Yeni çıkmış kitaplardan bahseden kitapçılar... Bir dakikada on bir bin yedi yüz yirmi beş kelime okuyabilen, bu alanda dünya rekortmeni olan on yaşındaki çocuktan bahseden adamlar...
Nasıl, biraz daha iyi geldi mi kalabalık, diye sordu. Yine gülüyordu.
Kalbim eziliyor, dedim. Kaçamıyorum. Ne sen susuyorsun ne ben mutlu olabiliyorum.
Uzaklara gitmelisin, dedi. Nepal'e... Kırım'a... Van'a... Ordu'ya taşınmalısın. Bu şehirdeyken... Kendini Aralık zanneden bir Haziran'dayken... Böyle yaşayamazsın. Kaçmalısın. Kafanı rahatlatmalısın. Düşüncelerden uzaklaşmalısın.
O anda anladım. Kendimi de götürdüğüm bütün gidişler, koşu bandında adım atmak gibiydi. Kaçmam gereken tek kişiydim. Dünyada kaçamayacağım tek kişiydim. Nereye gidersem ben de gelecektim yanımda. Hiçbir şey değiştirmeyecekti gitmek. Olduğum yerde sayacaktım. Olan yollara, olan yolculuklara olacaktı. Ben, nerede değilsem orada mutlu olacaktım.
Çaresizlikten ağlayacak oldum. Kimseye çaktırmadım. "Kurtarın beni benden!" diye bağıramadığım için, yüksek sesle "Kolay gelsin arkadaşlar!" diye bağırdım. Çıktım iş yerinden. Kuyruğumu sıkıştırıp evime gidecektim. Kapıdan çıktığımda bir sigara çıkardım paketten:
Çok içiyorsun, dedi.
Ateşin var mı, diye sorup kısa kestim yeni bir öğüt duymak istemediğim için.
Cebimde var ya, dedi.
Hırkamın cebinden üstünde "Dostuma..." yazan çakmağı çıkarıp yaktım sigaramı.