30 Mayıs 2015 Cumartesi

Arzuda Bir Sapma - Mehmet Erte

Kitabevine biraz erkence gelmiştim, biteyazan bir kitap vardı elimde: Chiviyazıları "Sade'ın Kayıp Günlüğü"nü yayınlamış. Sade meraklısı olarak olay zinciri olmamasına rağmen soluk soluğa okuyordum. 

Her neyse... Son 20-30 sayfayı kitabevinin terasında bitirdim ve işe başladım. Tabi Sade bu, okuyup geçemezsin. (Bu da başka bir yazının konusu olsun) Adamın baştan çıkarıcı tarafını; kaldığı huzurevi/cezaevi müdüründen tut, beraber yaşamaya ikna ettiği biri oldukça genç, diğeri yaşlıca iki hanımefendiye kadar, bu denli çok müridi nereden bulduğunu falan düşünmek zorundasın. Ahlak kurallarını hiçe sayan, henüz yüz yüze konuşup iletişmediği herkesin nefret ettiği birinin bu kadar ikna edici olmasının nedenlerini sorar durursun kafanda. Hoş tek bir cevabı vardır bunun aslında, De Sade çoğunluğun kendilerine bile itiraf edemediği fantezilerini çat diye dile getirir. Normalleştirir. Haklı çıkartır.

Bak yine konudan uzaklaştık. Dönelim: Bu tür düşünceler içindeyken, biraz da sıkıntıdan, Sabit Fikir okuma kararı aldım. Bir kaç yazı okuduktan sonra Arzuda Bir Sapma'nın başlığı dikkatimi çekti. İç sesimle sohbetimde konu hala arzular; toplumun sapkınlık dediği, aslında üst kattaki o teyzenin bile sıkça aklından geçirdiği fantezilerken, okumuş bulundum o tanıtım yazısını. Okumakla kalmayıp, kitabı da incelemek için gittim buldum rafından. 

"İçindekiler" kısmında kendini eleverdi kitap. Hikayelerin adları şu şekilde sıralanıyor bak:
Tasma
Uyanış
İntihar
Yeniyetme
Domates
Sapma
Lokma
Isırmaca
Hain
Bi'lira
Berduş
Dilenci
Prezervatif
(...)

Kitabı şöyle bir inceleyeyim diye başladım, bir baktım alenen okuyorum kitabı:

"O yaz olabildiğince gerçek görünmenin bir yolunu bulmalıydım. Kendi kendimle hiç kimsenin bilmediği yabancı bir dilde konuşuyor ve bunun anlaşılmasından korkuyordum."

Tasma, yani kitabın ilk hikayesi, böyle başlıyor. Okula başlama çağında bir çocuğun hikayesi bu. Artık okul çağına gelecek kadar "büyümüş", yetişkin gibi davranmaca yaşına gelmiş bir çocuk ilk önce büyümeyi ve yetişkin olmayı tartışıyor kendisiyle. Daha sonra okula başlıyor ve bu sefer okulu tartışıyor ve en sonunda fetişini ilk fark edişini anlatıyor. Bunları yaparken ruhsal çözümlemeler de kullanıyor. Zaten kitabın genelinde öyle müthiş bir çözümleme dili kullanmış ki... Kitabı ilginç yapan da bu. Dışarıdan (bu hikaye için konuşmak gerekirse) hiçbir müdahalede bulunmadan, eleştirmeden yapıyor çözümlemeyi. Gerçi çözümleme yapmak da bunu gerektirir ama olayı ve olayın o anki psikolojik durumunu tüm çıplaklığıyla anlatması çok çarpıcı. O kadar ki en küçük anı bile onlarca parçaya bölüyor, En küçük bir hareketin çözümlemesini uzun uzadıya yapıyor. Kitabın genelinde var bu. Her hikayede ayrı bir çözümleme peşinde yazar.

Her öyküyü ayrı ayrı incelemek isterdim, ama neredeyse kitap kadar, hatta kitaptan da kalın bir inceleme yazısı çıkardı eminim. Hem belki telif yasasına aykırı şeyler yazabilir*, çok fazla spoiler verebilirdim. Dolayısıyla söyleyeceğim, göstermek istediğim bir iki şey daha var:

Kitabı okurken, uzun zaman sonra ilk defa bir kağıda kitaptan alıntılar yazma gereği duydum. Aldım elime bir kağıt kalem, yazmaya başladım. Biraz sonra alıntılayacağım şeylerin müşteriler ve diğer arkadaşlar tarafından ayıplanacağı hissiyle yazımı kötüleştirmeye çalıştım. Çünkü Sade'ın da gösterdiği gibi diğer insanlar asla kendi fantezilerini okumayı, fetişleriyle yüzleşmeyi; hele hele yakınlarında birisinin bunlara yakın olduğunu asla görmek istemez. Toplumun geneline ters düşmekten ödleri patlar ve tüm bunları görünce ayıplar, aslında kendi kendilerini ayıpladıklarının farkında olmalarına rağmen ayıplamak zorunda hissederler. Hatta bazıları linç girişiminde bile bulunur. Durum buyken, baktım olacak gibi değil, daha az insanın anlayabileceği şekilde tuttum notlarımı alfabeyi değiştirdim. Bunu da bir not, bir otosansür örneği olarak dile getirmeliyim:



Altını çizmek istediğim diğer konu, "Sapma" adlı hikayesiyle ilgili. Burada yazar son zamanlarda sık sık rastlayamadığımız bir anlatıcı tekniğine başvuruyor. Bir genelevde bir fahişeyle beraber olup bekaretini kaybedecek bir ergenin hikayesi bu da.

Hikaye yine kitabın genelinde var olan çözümlemelerle başlayıp devam ederken bir yerde kahraman, bahsi geçen fahişeyle beraber olma halini, kendisini yetişkinliğe götürecek bir trene benzetiyor ve tren metaforundan başka bir olay çerçevesine daha doğrusu başka bir mekana geçiyor. İçinde bulundukları genelev odası bir kompartımana, kahraman ve fahişe valizlerle boğuşan iki yolcuya dönüşüyor. "Çerçeve vaka" gibi ama değil de gibi... İlginç işte... Biraz böyle devam ettikten sonra kahraman anlatıcı olaya direkt müdahale ederek ana vakaya ya da ana mekana şöyle bir dönüş yapıyor:

"Şimdi öykümüz yine genelev odasını mekan tutacak... Bu genelev odasından hiç ayrıldık mı ki? "Bu genelev odasından," diyorum, 'o' değil; yani şu anda okuduğunuz satırları kaleme alırken 'o genelev odasında' bir kadının karşısında ayakta çırılçıplak durduğumu düşlüyorum ama bir kez düşün gerçekliğinde varolduktan sonra 'orada', 'o' diye bir şey kalmıyor, her şey kaçınılmaz olarak 'burada', 'bu' oluyor. Defterime yazdığım sözcüklerle kurduğum düşte onunla göz göze gelmenin ağırlığıyla gözkapaklarım bir anlığına kapanmış ve trenle yolculuk ettiğim başka bir düşe(...) uyanmıştım."

Bu öykünün bir çok yerinde böyle müdahaleleri görmek mümkün. Anlatıcı hem kahramanın kendisi hem de yaptığı müdahalelerle ikide bir orada olduğunu okuyucuya sezdiren ilahi anlatıcı rolüne bürünüyor.

İşin daha da ilginci ana vakadan her uzaklaşmasında geriye dönmesi biraz daha zorlaşıyor. Birinde ana vakadan uzaklaştığı ana değil de biraz daha sonrasına döndüğünü fark ediyor: 

"...Öykümüze dönelim artık.

"Ama o da ne?! Kaldığım yerden devam etmeyi umarken birden kadının bacakları arasında, cinsel ilişkiye hazır olmayan organımla buluyorum. Ne kadar süredir böyle debelenip duruyorum acaba?"

Bu sorgulama esnasında komodinin üstündeki kültablasında yanan bir sigara görüyor ve soruyor:

"Ama kim yaktı bu sigarayı?.. Bu soruyla birlikte sahnenin başına dönmek mümkün oluyor.

"Sahnenin başına mı? Ah, hayır(...)"

Geri dönüşlerde yaptığı hatayı da okuyucuya açıklamadan öykünün başına dönmüyor yazar:

"Bir konuya açıklık getirmeden maalesef öyküye dönemeyeceğim. Eskiden teypten bir şarkıyı dinlemek için kaseti ileri ya da geri sardığımızda, bir seferde tam olarak şarkının başını tutturmak neredeyse hiç mümkün olmazdı; ya şarkının başını kaçırır ortasından bir yerden yakalardık, ya da albümdeki bir önceki şarkının son kısmını dinleyerek istediğimiz şarkının başlamasını beklerdik. Bir anıyı düz bir zaman çizgisi üzerinde, yaşandığı gibi olay sırasına göre hatırlamak (...) pek mümkün olmadığından bu öyküde benim başıma da böyle geldi işte. 'Bir yetişkini oynayarak kadına yaklaşmaya başladığım an'a dönmeyi umarken ilkin kaseti yanlışlıkla ileri sardım ve yatakta debelenip durarak kadınla sevişmeye çalıştığım zaman dilimine gittim; ardından kaseti fazla geri sardım ve odada kadını beklediğim zaman dilimine döndüm."


Kitap hakkında söyleyebilecek o kadar çok şeyim var ki... Uzun zamandır bu anlatıma rast gelmiyordum. "Albayım Beni Nezahat ile Evlendir"de de böyle kaymalar var ama zaman kaymalarını denk getiremeyen, devam etmesi gereken zamana bir türlü geri dönemeyen anlatıcıyı görmek her kitapta mümkün olmuyor. Yıllarca "serim-düğüm-çözüm" hikayeciliğine o kadar alıştık ki bu tür hikayeler görmek insanı hayli heyecanlandırıyor.

Okuyucunun zaman ve mekan algısıyla oynayarak, arzuları daha çarpıcı bir hale getiren Mehmet Erte'nin bu kitabı Yapı Kredi Yayınlarından çıktı. Yeni sayılır, Mart 2015 baskı.

ISBN:9789750831638
105 Sayfa
Etiket fiyatı: 9 TL.

*Olur da bunu okuyup alıntı miktarıma kızan olursa haklı. Benim de kafamda deli sorular... Çok mu fazla alıntı yaptım acaba? Ama başka nasıl anlatılır? Bu haliyle bile yeterince karışıkken bir de alıntısız nasıl anlaşılırdı ki?  

12 Mayıs 2015 Salı

Hastaneler olmasa nerede ölecek bu insanlar?

Aylık kontrollerden bir diğeri için, bu sabah uyanmakta zorlanarak hastaneye geldik. Hastaneler her zaman yazılası gelmiştir bana, yüz hasta yüz farklı hikaye... Her birini dinle, farklı bir külliyat oluştur, o kadar yani. Bugüne kadar 5-10 farklı şehirde 20-25 farklı hastaneye gittik çeşitli nedenlerle. Bütün bu hastanelerde ilk bakışta göze çarpan en büyük eksiklik şu: Hiçbir zaman hasta bekleme alanlarındaki oturaklar, bekleyen hasta sayısına eşit değil, hatta yanına bile yaklaşmıyor. “Bir kural mıdır bu?” diye sorgulamaya başlıyorsunuz. Sağlık Bakanlığı'nın bizi düşündüğünü gösteren bir uygulamama mı yoksa? Hani "Zaten çok tembel bir milletsin, oturacağına ayakta dur, dolan; kalbine iyi gelsin, spor olsun." demek mi istiyorlar acaba, eğer öyleyse yerim ben onları.
Burada da böyle, Ulucanlar Göz Hastanesi’ndeyiz. Hasta sayısına oranla çok kullanışsız sayılabilecek başka bir şey daha var hatta bu hastanede: Asansör. 4 kişi binince, en son binenin kolu dışarıda kalıyor. Hastanenin kapısından giriyorsun, ilk başta kayıt yaptırmak için banko önü sırası, daha sonra polikliniğe çıkmak için asansör sırası bekliyorsun. Bu da bir yaptırım olabilir gerçi, en azından ayakta durarak veya dolanarak insanları az da olsa spora zorlayan çok sevgili Sağlık Bakanlığı, "Biraz da merdiven çıkın, kalbe iyi gelir!" diyor olabilir. Ama sanırım bir gerçeği atlıyorlar. Hastanelerde ilk bakışta olmasa da biraz vakit geçirdiğinizde fark edebileceğiniz bir durum var: Saat ilerledikçe, sıra bekleyen insanların yaş ortalaması da düşmeye başlıyor. Bu demek oluyor ki bir hastanenin en kalabalık olduğu zamanlar olan sabahın ilk saatleri, hastaların yaş ortalaması baya bir yüksek. Yaşlıların erken kalkabilme potansiyeli şaşırtıcı derecede fazla oluyor çünkü. Beş adım koşsa ölecek insanlar için bu kadar spor fazla! Sanırım Sağlık Bakanlığı bu durum hakkında yanlış bilgilendiriliyor. İşte bunlar hep paralel yapı. Yoksa bakanlık, insanların sağlığını düşünüyor, buna hepimiz emin değil miyiz? En azından yüzde ellimizin bununla ilgili en ufak bir şüphesi yok.
Biraz zaman geçiyor aradan, sıkıntıdan etrafımda dönen sohbetlere kulak kabartmaya başlıyorum. Küçük bir teyze gurubu, içlerinden hangisinin daha hasta olduğunu belirlemeye çalışıyor sanki. İlk teyze giriyor konuşmaya:
- Gözlerimin tansiyonu arkadan arkadan vuruyor, baş ağrısı oluyor bir de.
Bir diğer teyze blöfü görüyor ve arttırıyor:
- Evet evet! Bir de benim gözümden iltihap akıyor sanki, gözlerimi sabah açamıyorum, birbirine yapışıyor göz kapaklarım.
Başka bir teyze, yarışı sadece göz hastalığıyla kazanamayacağını anlıyor olacak ki mide kanaması olduğundan bahsetmeye başlıyor birden. Bir süre mide rahatsızlıklarıyla ilgili yarış devam ediyor. Rakiplerinin mide rahatsızlıkları konusunda da baya dişli çıktığını anlayan teyze, konuyu mideye getirdiği için pişman olarak, duyduğu en ağır vakayı anlatmayı akıl ediyor sonunda:
- 4 gün önce, bizim köyde, 71 yaşında bir kadının gözüne inek, boynuzuyla vurmuş. Kızı yemin ediyor, kadının gözü eline akmış resmen!
Duydukları bu vakadan sonra yarışmayı kazanamayacaklarını anlayan diğerleri, tebrik niyetine vah vahlamaya başlıyor. Bahsi geçen teyze de bir taraftan alt dudağını ısırıp kafasını acı acı sallayarak tüm tebrikleri kabul ediyor. Sonra bir başka yarışma konusu başlıyor: En hayırlı evlat.
Biraz oturduktan, oturduğumuzdan daha fazla ortalarda dolanmak suretiyle sistemin dayattığı zorunlu sporumuzu eda ettikten sonra sıramız geliyor. Üçüncü saatten sonra burada bulunma amacımızı unutmuştuk biz halbuki. Sanki "Nasıl olsa evde de oturuyoruz. Bugün bir değişiklik yapalım da gidip biraz da hastanede oturalım." diye karar vermişiz gibi hissediyorduk. Altın günü etkisi yaratmıştı bu ayki rutin kontrolümüz. Hatta ismimiz okunduğunda bir an için afalladık. Muayenemiz de 15-20 dakika sürdükten sonra hastanenin hemen karşısında bulunan Ulucanlar Cezaevi'nin müzeleşmiş yalnızlığını gezmeye gittik.
Cezaevine doğru yürürken midem yanıyormuş gibi, gözlerim arkadan arkadan vuruyormuş gibi, gözkapaklarım sanki birbirine yapışıyormuş gibi, ineğin biri adeta gözümü patlatmış gibi hissediyordum...

Yağmur düşkünü

Bir bahar gibi girdin ömrümün Eylül'ünden...
Çorak topraklar canlandı,
Dallar renklendi bir sabah ansızın...
Denizlerden alıp mavi rengi,
Sürdüğün de oldu göğe,
Güneşi düşürdüğün de oldu,
Öyle bir nar çiçeği üstüne...

Zamansız düşüyor gözlerin aklıma,
Dur demek boşa...
Ellerin sonra...

Ben en çok seni sevdim,
Ben en çok seni sevmeyi bildim,
Yağmur gibi, bardaktan boşanırcasına...

Bahara teşbih çoktur şiirlerde,
Ama bir bahar, başka nasıl anlatılır baharsız?
Çiçek isimleri de romantikdir üstelik...

Şiirim sırılsıklam...
Şiirim demode teşbih...
Şiirim pluviophile...
Şiirim eski,
Şiirimde hep
Sen gizli..

-İvan B. Milinski

Senken sen, sen değilsin!

Aslında daha genel şeyler de yazılabilir. Hayata dair, genel olmasa da bir sürü kişinin başına gelebilecekleri açıklayan aforizmalar dizilebilir arka arkaya.. Yani, mesela Tunuslu bir kadının, belki hiç gitmediği topraklar için yazılmış bir şarkıyı, sanki bir dakika sonra kurşuna dizilecekmiş gibi söyleyebilmesiyle, tadını bir türlü hatırlayamadığım bir içkinin arasındaki bağlantıyı anlatsam mesela.. Kimsenin ilgisini çekmez.. Ama sen şiir okurken ve bir şiiri ötekilerden ayırmaya karar verirken, senin yaşantına en yakın şiiri seçersin.. Senin için normal bu..
Peki tüm insanlığın ortak duyguları olabilir mi? Daha da önemlisi, bu duyguyla ilgili şiir yazılabilir mi?

Bunca yıllık ömründe, diye soruyorum insanlara, ne öğrendin? Öğrendiğini bir öğüt haline getir ve söyle.. Kimisi ne istersen, ertelemeden, hemen o anda yap diyor. Kimisi yapmamam gerekenleri sıralıyor baştan sona. Hiç kimsenin tek bir cevabı yok. Herkes başka bir şey yapılması gerektiğini söylüyor ve en doğrusunun kendi tecrübeleri olduğu konusunda hemfikir.. Aynı dünyadayız, yani gezegen olarak aynı yerdeyiz.. Yaşamak konusunda epey yol kat etmiş yaratıklarız, bilmem kaç bin yıldır yaşamaktayız, ama mağarada, ama kovuklarda, ama pembe panjurlu evlerde, ama bak bak bitmeyen gök katili apartmanlarda.. Yaşıyoruz işte. Tamam bazılarımız tam olarak beceremiyor. İntihar ediyor bazıları, hem de en romantik şekillerde.. Bazıları da intiharı düşünüyor sadece..

Neyse lan konudan uzaklaşmayalım, nerde kalmıştık.. Demem o ki, o kadar insan tanıyoruz, ama bir türlü çözemiyoruz birbirimizi.. Tanıştığımız insanlara roller biçiyoruz, en uygun rollere bürünüyoruz onlara karşı.. Evleniyoruz, sevgili oluyoruz, aşık oluyoruz ama kavuşamıyoruz, ilkokuldan beri arkadaş oluyoruz, üniversiteden arkadaş oluyoruz, kimisiyle dost, kimisiyle kardeş oluyoruz. Ama bi bok beceremiyoruz, kendimizken bir bok beceremiyoruz. Her şey oluyoruz bu dünyada, çılgın aşık, kıskanç sevgili, sapıkça fantezilere sahip partner, eşini aldatan bir diğer eş, birilerinin dostu.. Bir tek kendimiz olamıyoruz. Yanında bulunduğumuz insana göre şekil alıyoruz. Kimse bizi, biz bizken sevemiyor..

İşte o binlerce yıldır, sanki hayatımız böyle değilmiş gibi, sanki dünyaya sosyal ilişkiler kurmak için gelmişiz gibi yaşıyoruz. Sosyal yaratıklarmışız gibi davranıyoruz. Beceremiyoruz ulan işte..
Dolayısıyla yazılamıyor öyle bir şiir.. Aslında tek ortak noktamız var, başkaları için kendimize roller biçiyor olmamız. Bununla ilgili şiir yazsan da kim kendine pay biçer ki.. Sadece yaşamayı beceremeyenler hariç.. Onların da çoğu ölü.. Nilgün Marmara da öyle:
"Hayatın neresinden dönülse kârdır."

Meyhaneler

Bir yazıda rastladım az önce, "Edebiyatçıların Uğrak Mekanları" diye... İstanbul'daki ve Ankara'daki lokanta ve meyhanelerden ve en meşhur müdavimlerinden bahsediyordu. ilkini okudum, ikinciyi okudum, üçüncüyü dördüncüyü... Yazının ortalarına doğru bir şey farkettim. Hemen hemen bütün meyhane ve lokantaların müdavimleri listesinde Orhan Veli var.

İstanbul'da Lambo'nun Meyhanesi; Orhan Veli'nin keşfi, Nahid Hanım ile buluşma mekanı.. Degüstasyon; Orhan Veli'nin şiirlerine konu olmuş meyhane.. Cumhuriyet Meyhanesi; Attila İlhan'ın Orhan Veli'yle karşılaştığı yer. Ve diğerleri..

Ankara-Ulus'taki Üç Nal Lokantası mesela.. Orhan Veli'nin duvarına, "Üç Nal'a gelen, dört nala gider." yazdığı mekan.. Bir akşam, buradan çıkıp belediyenin açtığı çukura düştü. Dört nala terketti bu dünyayı..


Bir garip Orhan Veli..

Nah şurada düğümlenen diğer şeyler

elinden tutacağın
kimsen yokken yanında
yazın ortasında bastıran
bir akdeniz şehrinin
yağmurunu düşün


sonra dön
ankara'yı başkent yaptıklarında
istanbul'un halini düşün.

-İvan B. Milinski

Kızkaçıran

bir şiir
düğümleniyor boğazımda
kaç gündür


şöyle piyer loti'den esmiş de
el yapımı kanatlarla
galata'dan
geçmiş
çiçek çalmış yıldız'dan
beyoğlu'ndan çikolatasını
koyup koltuğuna
oturmuş üsküdar'a
allah'ın emri ve dahi
peygamber'in kavli ile
kızkulesini
kendisine gelin istemiş
vermemiş ama beylerbeyi
kaçırmış
çöplüğüyle meşhur
ateş pahası atıl arazileriyle meşhur
ve bok kokulu alışveriş merkeziyle meşhur
zoraki başkentlik yapan bir şehrin
bahsi geçen
kenar mahallesine gelmiş.


yol yorgunu bir kızkulesi
ve bir şiir
düğümleniyor boğazımda
kaç gündür.

-İvan B. Milinski

Güvenilir Abiler...

Gitmeyi Yusuf Hayaloğlu'dan... Kaybetmeyi Selim'in bizzat kendisinden... İçince dünyanın kaç bucak olduğunu, İhsan Yüce'den öğrendim ki Platon sınıf arkadaşımdı bu öğrenme esnasında; başarısız bir öğrenciydi o, kurdelayı bana taktılar sadece...

İçtikten sonra nasıl dürüst oluyor insan, nasıl müthiş bir tespit canavarına dönüşüyor, bunu gösterdi bana Ali Lidar. Ben de bu konuda başarılı olamadım. Kurdelayı Haki abiye taktılar.

Sevmeyi Aruoba'dan öğrendim... Yaşama hevesini Orhan Abi'den... Hercai olmama ramak kalmıştı; yolculuklarla, sürgünlerle yaşamayı öğrenebilseydim eğer. Nereye gittiysem oraya götüremeseydim eğer aşklarımı... Ben de güzel şiirler armağan edebilirdim birbirleriyle aldattığım kadınlara. Mektupsuz bırakabilirdim onları.

Ya da ne bileyim, beni ikna edecek bir şair çıkarsa, bundan sonra sana sadece sevdiğim diyebilirim. Mesela uzaklara giden birine iyi dileklerimi sunarken, çokluk ekini atmıştım dilimden yıllar önce:

"iyi yolculuklar denmez bir gidene,
yapılamaz çünkü
çok yolculuk bir seferde.
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiçbir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela."