5 Mayıs 2016 Perşembe

Sarhoşken Büyütülen Şeyler - 1

"Bak bu gün bir şey deneceğim." deyip, çok alkolün insana nasıl etki ettiğini kendi üzerimde denedim geçenlerde. Saçmalama, tabii ki de benimkisi bilimsel bir merak, yoksa ayyaş değilim. 

Deneyimin sonlarına doğru, nedense Demirtepe ve Maltepe arasında yürümeye başladım ve nedense oradaki pavyonlardan birinin adının değişmesine fena halde içerledim. Bana ne oluyorsa? 

İsmi değişen pavyonun kapısında iki adam vardı; biri ayakta, diğeri adî bir esnaf lokantasının sandalyesinde oturuyordu. ya da bana öyle geldi bilmiyorum.

Bir o tarafa bir bu tarafa yalpalayarak yaklaştım yanlarına "Canım, siz neden uslu uslu durmuyorsunuz? (biraz ilerideki pavyonu göstererek) Bakın onlar isim değiştiriyor mu hiç?" dedim. "Ne diyon sen bilader?" dedi Oturanboğa. "Yavrum ayıp değil mi? Bak bir de giriş kapısının şeklini değiştirmişsiniz. Hiç yakışıyor mu bu size?" dedim. Ayaktadikilenkartal bana yanaşıp, sol omzumdan itekledi beni uzağa. "Bana çabuk mağaza müdürünüzü çağırın, sizinle muhatap olmak istemiyorum!" diye bağırdım. Oturanboğa da kalktı. Oturduğu sandalyeyi ödünç aldığı adî esnaf lokantasında çalışanlar da sesimi duyunca dışarı çıktı. Ben haklıydım; pavyonun ismini değiştirmek çok saçmaydı, onlar da kim oluyordu. Emindim, pavyona komşu adî esnaf lokantasında çalışanlar da benden yanaydı. Onlar da rahatsızdı bu durumdan ve benim gibi birini bekliyorlardı. İlk muhalefeti yapacak kişiyi... Sayımız artmıştı ve ben bunun gazını çoktan almıştım: "Ulan anası sikikler! Size çabuk mağaza müdürünüzü çağırın dedim!" 

(Ne mağazası, ne müdürü... AVM değil pavyon lan ora... Bana ne... Bana ne... Ben hayatımda pavyona mı gittim, bana ne...) 

Analarıyla ilgili yaptığım bu küçük tespit Oturanboğa'yı ve Ayaktadikilenkartal'ı çok sinirlendirdi tabii. Halbuki ben gerçekleri söylüyordum. Sonuçta Meryem Ana'nın evlatları değillerdi, hepimiz gibi bir sevişmenin ürünüydüler.

Neyse lafı uzatmayayım: Mağaza müdürüyle görüşemedim ve arkamda zannettiğim adî esnaf lokantası çalışanları beni dövmeye daha isteklilermiş, onu anladım. 

Hatırladığım En Eski Anı

Hayatımın bir kısmı, annemle babamın düğünlerini hatırladığımı insanlara inandırmaya çalışmakla geçti. "Nasıl yoktum ben o düğünde ya, Allah çarpsın vardım ya!" diye yarı ağlamaklı; biraz da insanlar bana inanmıyor diye sinirli bir şekilde kanıtlamaya çalışırdım. Allah vardı o zamanlar ve kesinlikle çarpan bir şeydi. Hiç çarpılmadım ama ben; ya da bu zaten çarpılmış halim, bilmiyorum. 

Ablamın benden büyük olduğunu fark ettiğimde bu iddiamdan vazgeçmiştim tabii. Onun bu düğünü görmüş olması, benim görmemden daha muhtemeldi. Çünkü benden üç yaş büyüktü. İşin ilginci o ara konuşabildiğim herkes bu düğünü görmüştü. Resmen dışlamışlardı beni, kendi anne-babamın düğününde nasıl olmazdım ben ya?!

Sonra ablamın bile bu lanet olasıca düğünü görmediğini anladım, çünkü anne-babaların çocuk yapmaya başlaması için ilk önce evlenmeleri gerekli olduğunu düşündüm bir süre. Sonra kendi anne-babasının düğününde nedimelik yapan kız çocuklarıyla tanışınca bu gerekliliği de eledim.

Evet, velhasılıkelam hatırladığım en eski anı, aslında hiç gerçekleşmemiş bir anıymış. psikoloji çok ilginç bir şey lan.

Rapunzel: Bir Kapitalizm Masalı

Rapunzel, sırf güzel görüneceğim diye yıllarca hapis hayatı yaşamış. O kadar güzelliğine düşkünmüş ki prensi ve kötü cadıyı yukarı, kulenin en tepesine tırmandıracak kadar uzun saçları varken bu saçlarını yine o kuleden kaçmak için kullanmamış. Oysa saçlarını kesip bir yere bağlayarak kendisi inmeye çalışabilirdi. "Aman güzelliğime zeval gelmesin!" diye diye koca bir ömrü sikmiş yani. 

Masalın sonlarına doğru da kötü cadı, prensi kulede görünce bu budalanın saçlarını kesiyor ve çöle yolluyor hatırlarsanız. Prens de gidip bu Rapunzel kevaşesini buluyor ve evleniyorlar. O prensin de amına koyayım ben. Güzelliğini özgürlüğüne tercih eden bir salakla evlenilir mi? Gökten üç elma düşmemiş olsa, "mutsuz olun" diye beddua edeceğim ama, sayelerinde elma yiyoruz. O kadar da nankör değilim, hayır.

Unutmanın İşe Yaradığı Zamanlar - 1

Çok çocukken tatile, deniz kenarına giderdik. O seneki ekonomik durumumuza göre 3, 5, 7, 10 gün falan kalır, geri dönerdik. İşte bu tatillerin son günlerinde ben hep yaşımdan ve boyumdan beklenmeyecek bir hüzne boğulurdum. Hüzne boğulmayı bırak, bağıra bağıra ağlardım "Ben geri dönmek istemiyorum" diye diye. Bana bir mayo, bir kova versen ömrüm boyunca kumsalda yaşarmışım gibi geliyordu çünkü. İşte bu ağlamalarım esnasında, ya sesimin desibeline daha fazla dayanamadığı için ya da gerçekten beni daha fazla mutsuz görmemek için, "Tamam üzülme oğlum, sonraki yaz yine geleceğiz. Söz." diye teselliye girişirdi annem. İşin ilginci bir anda teselli olurdum. O zamanlar teselli olabiliyordum. 

Eve döndükten sonraki ilk bir kaç hafta, bildiğin oturup sonraki yazı beklerdim. Mayomun ve kovamın gözümün önünde olmasına maksimum çaba harcardım. Sonraki yaz birden gelirse hazırlıksız yakalanmamak için... Tahmin edersin, o "sonraki yaz" öyle bir iki haftada gelmiyor. 

Bir hafta beklerdim öylece. İki hafta, üç hafta... Sonunda ben de beklemeyi unutur, günlük yaşantıma tüm ciddiyetimle adapte olurdum. Kızların saçını çekmek, incir ağacında apartmancılık oynamak, toplu konutlaştırılan tarlalara dökülen asfaltı izlemek ciddi şeylerdir çünkü, evet.

Beklemeyi iyi ki de unuturdum, çünkü her yıl annemin "Hazırlanın denize gidiyoruz." demesi her seferinde aynı heyecanı ve sürpriz etkisini yaratırdı. Çünkü bir çocuğa "Sana ay başında bisiklet alacağım." demekle, aniden bir gün bisikletle çıkagelmek arasında fark vardır.

Yüzyılın İcadı: Mezarlık Bilgi Sistemi

Bir kitabevinin internet mağazasında çalıştım bir dönem. Sabah 8, akşam 5; memur gibi çalışıyordum. Hafta sonları ve bayramlar tatil. Keyfim gıcır, masa başı iş... "Sikortam" düzgün yatıyor. Bir mahalle teyzesinin benden beklediği bütün özelliklere haizim yani. Biraz daha devam etseydim, adı geçen mahalle teyzesi elinde "kısmet kataloğuyla" kapımda bitecekti. Falancanın kızını bana beğendirmeye kalkışacak; "Bu kız, mutfakta aşçı, dışarıda iş kadını, yatakta tam bir orospu." diyemediği için, "Bak o da okumuş, hem hamarat hem de güzel. Çok güzel bakar sana." diyecekti. Bakıma muhtaç olduğum bilgisi dahil bir çok bilgiyi tek bir cümle içine sığdıran mahalle teyzelerine ne desek, ne yapsak az.

İşbu işyerinde çalışırken bir gün öğle arasında, sabahları benden önce gelip odamdaki bilgisayarın üstüne şiir yazıp bırakacak kadir naif bir arkadaş koşarak yanıma geldi. "Bugün 1 yaşında birini gömmüşler Sincan'a" dedi. "Ne diyosun albayım sen?" demeye kalmadan siteyi açtı, bugün defnedilenler kısmındaki isimleri ve yaşları gösterdi (evet bu arkadaşa albayım diye sesleniyordum):



Fatma Dahham Hammood; 1 yaşında ölmüş, gömülmüş o gün. Diğer defnedilenlerin yaşları malum, 83, 69, 73, 88... Orada 1 yaşı görünce etkilenmiş albayım. Sonra biraz daha kurcalamış siteyi, isimle mezarlık yeri arayabileceğiniz bir sayfa bulmuş:



Rastgele isim aratmış durmuş bütün sabah, "Çok güzel bir sistem değil mi ama?" diye diye anlatmaya devam etti. Beraber İlhan Erdost'u arattık şöyle bir sayfa geldi karşımıza:



Tanısaydık çok severdik İlhan Abi'yi. Şimdi daha çok seviyoruz o ayrı. 9774 beyan numarasıymış İlhan Abi'nin... Beyan numarası ne demek onu tam olarak anlayamadık tabii. Haritada Göster'e tıklayınca artık dananın kuyruğu kopmuştu, belediye hizmetlerinde sınır yoktu artık:



Adli vaka diyor, dövülerek can vermiş İlhan Abi'ye. Adli vaka diyor, çünkü dövülerek ölmesinin ilmi bir yanı yok. Neyse konu bu değildi. Uzaklaşmayalım.

O gün Gülten Akın defnedilecekti, Albayım onu araştırırken bulmuştu bu siteyi. Bir şairin ölümü, bize mükemmel bir şey hatırlatacaktı: Yaşam çok kısa. O kadar ki 1 yıl kadar bile sürebiliyor. Gülten Akın ölmeseydi,  Fatma Dahham Hammood'un 1 yaşında gömüldüğüne şahit olmayacaktık. Evet 1 yaşında... Ve ölü. 1... Yaşında... Ölü...

(Bu yazıyı okududuysanız, sitede dolaşın, rastgele isim atın kafadan. "Ölüm sebebi: Doğal Ölüm" olanları görünce bir daha düşünün. Ölümün doğallığını ve doğal olduğu kadar onu reddedişimizi gözünüzün önüne getirin lütfen.)