12 Aralık 2015 Cumartesi

Bir Bağımlı Gibi - Mona Lisa'yla Sevişmek



Kitapçılığa ilk başladığım yıldı. Yollarda dize kadar kar, sağda solda tamamlanmamış kardanadamlar vardı. Dışarda kar sessizliği, içerde yol şarkıları… İçeri tek tük müşteri giriyor, birkaç kitaba bakıp hiçbir şey sormadan çekip gidiyordu. Kitabevi AVM içindeydi ve gelenler kitap müşterisi değil AVM müşterisiydi, çok belliydi bu.  Her girene, omuzlarından tutup sarsarak “Ulan bu havada, sabahın bu saatinde ne işiniz var burada?!” diye sormak istiyordum. Önceki gece eksi bilmem kaç derecede, karların üstünde votka içmeye zorlanmıştım, içtiğimiz su bile donuyordu. Üstelik hala sarhoştum. O an evde olmak, bir şeyler izleyerek uyuyakalmak hayali iyice yerleşmişti zihnime. O sırada bir kadın girdi içeri. Sağa sola bakındıktan sonra yanıma doğru gelmeye başladı. O bana doğru yürüyordu, bense uyuyakalmak hayalimin pijama giyme evresini, bilmem kaçıncı kere kuruyordum.  

“Merhaba, acaba Durkheim’ın İntihar…” dedi; sonra normalden biraz daha fazla duraksayarak devam etti: “…kitabı var mı?” 

Bu gereğinden uzun duraksama olmasaydı, “var” der gibi kafamı sallayacak, elimdeki işi bırakarak sallana sallana gidip kitabı rafından alacak, kadının eline bırakacaktım. Daha sonra aynı umursamazlıkla işimin başına dönecektim. Hayatımda yaşadığım en garip anlardan bir tanesiydi bu: normalde beni, o miskin ve yarısarhoş halden kurtaracak, kendime getirecek şey, ani ve güçlü bir sesti. İlk defa bir susuş, beni uyuyakalmak hayalinden uyandırmıştı. Artık istesem de görmezden gelemeyeceğim bir es; kadın, ben ve Émile Durkheim arasına yerleşmiş, artık hepimizin ortak bir sorunu olmuştu ya da ben öyle düşünüyordum: “İntihar’dan sen mi vazgeçirirsin, ben mi deneyeyim?” der gibi bir bakış attım Durkheim’a;  “Ben sosyologum, psikolog değil!” der gibi bir bakışla cevap verdi; “İyi ki adı ‘İntihar’ olan bir kitap yazdık, her boku benden bekleyin zaten! İnsanı bilimden soğutursunuz lan!”

Kadına beni takip etmesini söyledim. Beraberce sosyoloji rafına giderken, konuya nasıl gireceğimi düşünüyordum; kafamda olası onlarca diyalog deniyor ve her birinde başarısız oluyordum. Etkileyici bir girizgah bulamamanın verdiği üzüntüyle kitabı rafından çıkardım, kadının ellerine bıraktım. Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki “İntihar konulu başka kitaplar biliyor musun?” diye geri çağırdı beni. Raflar arasında oradan oraya dolanarak bildiğim bütün kitapları eline bıraktım. Daha sonra stokta olmayan, ama getirtebileceğim kitaplardan bahsetmeye başladım. Eğer isterse sipariş edecektim ve kitap bana ulaşınca onu arayarak haber verecektim. “Sen nereden biliyorsun bu kitapları?” dedi, elindeki kitap yığınını göstererek. “Burası çok büyük bir kitabevi, bütün konularda bu kadar başarılı olmazsın herhalde. Çocuk hakları ile ilgili kitaplar sorsam mesela, yine de yerlerine hiç bakmadan bulabilir miydin?”
- İntihar özel ilgi alanlarımdan bir tanesi.
- Öyle mi? Diğerleri neler?

Kadın en fazla 21-22 yaşlarında, uzun saçlarını kafasının arkasında gelişi güzel bağlamış, rahat giyimliydi. Genel anlamda sade bir görüntüsü vardı ama belli ki bunun için uğraşmıştı. Siyah ve kocaman gözlerini hafif bir göz makyajıyla daha da öne çıkarmıştı. Tüm bu sadeliğin aksine ruju koyu ve göz alıcı bir renk seçmişti. İlk andan beri bana “sen” diye hitap etmesi, benimle adeta flört halinde oluşu ve benim bu konuşmadaki konumum beni, diğer ilgi alanlarımı açıkça belirtmeye ikna etmişti:
- Toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü cinsel fanteziler ve fetişler. Yani cinsellikte tabu olarak görülen şeyler.

Kadın, zaten büyük olan gözlerini biraz daha büyüterek ve küçücük, belli belirsiz bir gülümsemeyle “O zaman beni gerçekten çok ilginç bulacaksın.” dedi. Ben de öyle olmasını umuyordum, çünkü bu kadın kitabevindeki intiharla ilgili bütün kitapları toplamış ve birazdan satın alacaktı. 

- Diğer kitaplardan istediğiniz var mı?
- FÜG, İntihar Notları’nı istiyorum mümkünse. Kapora gibi bir şey bırakacak mıyım?
- Hayır. Gelince ben sizi arayacağım. İsminiz ve telefon numaranız?
- Ne zamana gelir kitap?
- Bir iki gün içinde gelmiş olur.
- İyi çok beklemeyeceğim o zaman. Yaz, adım Nihal. Telefon numaram beşyüzyedi ikiyüzondört…

Birkaç gün sonra kitap gelmişti. Normalde kitabevinin telefonundan arıyorduk müşteriyi, ama bu sefer kendi telefonumdan aradım. Nihal’e kitabının geldiğini, istediği zaman gelip alabileceğini söyledim. Laf arasında numaranın benim olduğunu da belirttim tabii. Hemen aynı gün geldi. Yalnız bu sefer o flörtöz halinden eser yoktu. Normal müşteri gibi geldi, kitabı verdim; hızlıca kasaya gitti kitabı alıp çıktı. Her şeyi yanlış anladığımı düşündüm. Hiçbir an benimle flört etmemişti galiba. Ortamın durumu, dışardaki hava ve benim yarısarhoş halim beni böyle bir yanılgıya sürüklemişti belki. Kendi kendime gelin güvey olup sonra sik gibi ortada kalmıştım. Ayıp etmiştim. Birkaç gün kendimden utandım sonra da unuttum gitti.

Bir gün iş çıkışı bir mesaj geldi Nihal’den “Toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü fantezilerden bahsetsene biraz?” diye. Aklıma ilk grup seks fantezisi geldi. Tabii ki Marquis de Sade’dan alıntı yapa yapa anlatmaya başladım. Birkaç soruyla benim anlatma şevkimi daha da körükledi. Son sorusuna da cevap verdim ve tepkisini ölçmek için bir mesaj attım. Cevap vermedi. Uyuyakalmış olabileceğini düşünüp içimi rahatlattım sonra.

2 gün sonra bir mesaj daha geldi, yine aynı konuda bir soru sormuştu. Ben de bu sefer porno endüstrisi üzerine konuştum, dedim ki “eğer bir yönetmen, pamuk prenses ve yedi cüceleri sikiştiriyorsa dünya üzerinde en az bir kişi, bunun fantezisini kuruyordur. Frankenstein’la sevinen bir pornostar düşün, bunu nasıl açıklayabilirsin?” Çok uçuk bir fantezi yaratmasını istedim ondan, olması mümkün olamayacak bir fantezi, abartılı bir şey;  “Avatar filmindeki şu mavi kadınla seks?” dedi. “Onlarcası çekilmiştir, o mavi kadınla akla gelecek her pozisyonda denemişlerdir bile.” yazdım. Girmiş porno sitelerine, bulmuş o mavi kadının hayvani inlemelerini, bana linkini attı. Bak, dedim; “Sade’a göre tanrı, nasıl insanların yüzlerini birbirinden ayrı yaratmışsa, arzuları da öyle yaratmıştır. Kimse ‘senin yüzün benimkinden neden farklı?’ diye yargılamaz birbirini. Ancak konu fantezilere gelince herkes çok bayılır karşıdakini yargılamaya. Sokakta gördüğün o teyze var ya, çok muhtemeldir ki bir grup seksi arzuluyor,  en olmadı tüpçü fantezisi var.” 

Bir süre cevabın gelmesini bekledim. Yine en olmadık zamanda terk etmişti konuşmayı. Bu olay birkaç kere daha yaşandı. Bir süre bana bu “sapkınlıkları” anlattırıyor, daha sonra konuşmayı birden kesiyordu. Benimse anlatmaktan yana bir sıkıntım yoktu zaten, genelde insanlarla konuşamadığım, tartışamadığım konulardı bunlar. Biri dinlemek istese sabah kadar anlatabilirdim. Melis diye biriyle tanışmıştım zamanında; erkek bedeniyle doğmuş, daha sonra kaçak yollarla ameliyat olup kadın bedenine kavuşmuştu. Bir süre sonra toplumsal baskıya dayanamayıp erkek gibi giyinmeye başlamıştı tekrar. Umut adını kullanıyordu, bebekken ona verdikleri ismi… Melis’le konuşurken de bu konular açılmıştı. Onunla konuşurum diye umuyordum, o da olmadı. Onun da kabul edemediği şeyler vardı. 

Demem o ki bu konuları konuşurken mutluydum. Aslında konuşmaktan çok, Nihal’in bu konu hakkında gaza getiren soruları mutlu ediyordu beni. 

En son konuşmamızdan 3 gün sonra kitabevine geldi tekrar. Ayaküstü biraz konuştuktan sonra “hadi gel sana kahve ısmarlayayım?” dedi. Ben de o an çıkamayacağımı, mola zamanım olsaydı seve seve kabul edeceğimi söyledim. Ne zaman molaya çıktığımı sordu, “Genelde altı buçukta.” dedim. Peki, dedi, “o zaman ben gideyim. Saat altı buçuğu çoktan geçmiş.”. “Sen bilirsin.” deyip uğurladım. Nihal o günden sonra artık her gün saat tam altı buçukta geliyor, benimle bir kahve içip gidiyordu. Kesinlikle romantizme benzer bir şey olmuyordu bu kahve zamanlarında, hatta mümkün olduğunca ağzı bozuk bir şekilde tartışıyorduk. Çok bayağı bir dille, cinselliğin felsefesini tartışıyorduk. Gerçekten farklı bir deneyim halini alıyordu yavaş yavaş. İkimiz için de…

Bir ara yine yok oldu. Tekrar geldiği zaman, bu sefer benim mola zamanlarımda değil, onun çok sevdiği Yengeç barda buluşmaya başladık. Biraz daha fazla bilgi sahibi olmuştum onunla ilgili: Hacettepe’de resim okuyormuş, 4. sınıfmış…

Barda oturduğumuz günlerden birinde, evinde buluşmayı teklif etti bana. Bir durağın adını verdi, “burada in, ben seni alırım.” dedi. Bir gün, iş çıkışı gittim, duraktan aldı beni. Evine doğru yürümeye başladık. 

Tren yolunun hemen yanında, giriş katta bir evde oturuyordu. Kocaman bir salon, bu salona sonradan eklendiği belli olan bir oda, mutfak, banyo, tuvalet… Evin ücra köşesinde kullanılmayan bir oda daha… Önce kısa bir süre salonda oturduktan sonra, bana çalışma odasını göstermek istediğini söyledi. Salona sonradan eklenen o odayı çalışma odası olarak kullanıyormuş. İçeri girdi, ışığı yaktı. Tuval ve şövale doluydu oda. Her tarafa boya ve vernik kokuları sinmişti. Duvarlarda Van Gogh tarzı yapılmış yağlı boya resimler vardı. Şövalelerin üstüneyse insan portreleri koyulmuştu.

Odanın içine doğru bir iki adım atıp, o ilk günkü gülümsemesiyle benim odayı hayranlıkla inceleyişimi seyretti. Resimleri bir süre inceledikten sonra, sessizliğin bitmesi için aklıma gelen ilk soruyu sordum: “Van Gogh’u çok seviyor olmalısın?” Evet çok, diye haykırdı birden. “Haykırmana bakılırsa gerçekten çok seviyor olmalısın.” dedim alaycı bir ifadeyle. Elimden tutup bir şövalenin önüne çekti beni. Bilerek tamamlanmamış gibi duran bir tablo vardı üstünde. Resmin sağ alt köşesi hiç boyanmamıştı, tuval çıplak bir şekilde duruyordu. Geri kalan kısımda bir kadın, burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar resmedilmişti. Kadının ağzı açıktı, dudaklarından salyalar akıyordu. Dilinde bir hap vardı. Geri kalan yerler karanlıktı. 

Nihal eğilip tablonun tamamlanmayan kısmını yalamaya başladı. Ben durumu çözmeye çalışırken kolumdan tutup “Sen de yapmalısın!” diye haykırdı yine. Van Gogh’u neden sevdiğini anlamıştım, Nihal de en az Van Gogh kadar deliydi. Tamamlanmamış bir tabloya dil atmasının başka bir açıklaması olabileceğini sanmıyordum. Dediğini yaptım, ben de eğilip yaladım orayı. Bunu yaparken bir daha o eve adımımı bile atmayacağıma dair yeminler ediyordum kendi kendime. İstediğini yaptığımı görünce surat ifadesi anlatılamayacak bir hal aldı. Artık hareketleri daha da sertleşmişti, beni yine kolumdan tutup salona götürdü ve kanepeye oturttu. Kendisi de karşıma geçti, dirseklerini dizlerinin üstüne koydu. En fazla diz boyunda, geniş kesim bir etek giymişti. Bacağını biraz aralayınca baldırları görünmeye başladı. Bu hareketi bilerek yapmadığını düşündüm, çünkü hemen sonra gayet erkeksi bir tavırla “Anlat, dinliyorum” dedi. “Arzulardan, tabulardan ve onları yıkmaktan bahset biraz daha.” Evde bira olup olmadığını sordum, “biraya ihtiyacımız yok” dedi.  

- Senin ilgi alanın intihar değil miydi? Kitabevindeki bütün kitapları topladın, neden sürekli bu konularda konuşmak istiyorsun, diye sordum.
- Evet öyle. Okudum da hepsini. İntiharı normalleştirmek gibi bir planım vardı, onu hallettim. Bundan hemen sonra böyle konularla ilgilenmem normal değil mi? İkisi de derin duyguların, ağır tutkuların bir ürünü?
- Haklısın, evet.

Bira olmamasına üzülerek konuşmaya başladım tekrar. Bir süre erken yaşta cinselliğin tabu olmadığı yerlerden, reşit olmayan kadınların sırf cinselliği öğrenebilmek için seks yapmasının normal karşılandığı coğrafyalardan bahsetmeye başladım. Bazı tabuların evrensel olmadığını söyledim. Bir erkeğin, kadına köpek pozisyonunda girip çıkarken, elinde bir jiletle kadının sırtını parçalaması gibi fantezilerin evrenin her yerinde kötü sayıldığından bahsettim:
- Ne kadar sert, o kadar kötü, evet, ama o jileti arzulayan kadınların sayısı tahmin ettiğinden daha fazla.

Ben anlattıkça sol kaşı biraz daha havaya kalkıyor, gözleri daha da büyüyordu. Böyle yarım saat kadar konuştuk. Daha sonra bazı tuhaf olaylar yaşamaya başladım. İlk önce Nihal’in hareketleri hızlanmaya başladı. Dizinden kaldırıp saçına götürürken eli arkasında iz bırakıyordu. Üstten 3 düğmesi açılmış mavi gömleği fosforlu gibi parlamaya, dizlerinin beyazlığı gözlerimi almaya başladı. Nihayet konu Türkiye’ye gelmişti. “Mesela Türkiye’de en bilinen tabu, anal seks…” diye konuşmaya çalıştım. Dilim, ön dişlerimin arasına takılmış da oynatamayacakmışım gibi hissettim bir an için. Kendime gelmeye ve konuyu devam ettirmeye çalışıyordum. Nihal’in bana soru sorarken çıkardığı sesi görebiliyordum. “Neden?” sorusu cisimleşerek onun ağzından çıkıyor, hızlıca gelip kulağıma çarpıyor, kulak deliklerimi zorlayarak kafamın içine giriyordu. Bir hayal olmaktan çok hissedebildiğim bir durumdu bu. Artık konuşarak kendimi toparlamaya çalışıyordum, bir süre sonra bu da imkansız hale gelmeye başladı, birbirinden ve benden bağımsız onlarca düşünce konuşmamı engellemeye başladı.

“Türkiye’de anal seks, hemen her erkeğin göz göre yıktığı bir tabudur. Sokaktaki bir erkeği hayal et, dar pantolonlu bir kadının götüyle ilgilenir; ya alenen bakar, ya gizliden bakar, ya bakmamaya çalışır. Hatta bazıları “Off bu ne sikilir bee!” diye iç geçirir. Bilir misin bir lafı vardır ataların, (Ataların… Hangisi bu? Hangi at… Bir aygır hikayesi vardı neydi o? Sudan çıkan ak aygır… Köroğlu’nun muydu? Kimindi?) Hak deliği varken bok deliğine sokulmaz. (Jean-Baptiste Grenouille… Dabakhanede çalışıyordu… Bu koku da ne böyle? Balık pazarı yakınlarda olmalı… Bugün o deri bitecek!) İşte ataların bu lafı, bunun bir tabu olduğunun… (Perde mi yanıyor? Bu parlaklık da nereden çıktı? Sular mı yandı ne var? Duman şimdi boğacak ikimizi de, neden bu kadar rahat bu kadın!) …göstergesi işte. Ama her gün binlerce erkek ve kadın bu tabuyu yıkıyor. (İleriyi gösterdiği parmağına ve diğer yerlerine ipler bağlanmıştı… Dev gibi bir heykel, mahşeri bir kalabalık… Çok güçlü olmalılar. Tunçtan yapılmış bir heykel bu… Nasıl devirebiliyorlar… Kalabalığın kızgınlığı, kızgınlığın kalabalığı… Yanacağız diyorum, boğulacağız dumandan… Bir şeyler yapsana gerizekalı! Ya da çabuk yıkıl karşımdan!)”

Konuşmaya çalışmak artık beyhude bir çaba olmuştu. Düşünceler gittikçe daha hızlı akıyordu zihnimden. Bir ara göz göze geldik Nihal’le. O da dinliyormuş gibi görünmüyordu zaten. Gittikçe kalkan tek kaşı inmiş, gözleri küçülmüştü. Ama dudağındaki o belir belirsiz gülümseme hala yerinde duruyordu. Onu o suretle son kez görüyordum. Daha sonra suratı, Van Gogh helezonlarıyla çizilmiş Mona Lisa’ya dönüştü. Dudağı oynamıyor, ama nasılsa konuşabiliyordu:
- Yok Leonardo’nun kendisiymişim, yok bir şifreymişim de çözülmem gerekiyormuş… Nazım Hikmet, Çinli bir komünistin sevgilisi bile yaptı beni bir dönem. Bana sorma gereği bile duymadan, acaba gerçekten böyle mi diye düşünmeden benim ağzımdan şiirler yazdı. Ama ben yalnızca Mona Lisa’yım. Tüccar Giocondo'nun eşi, üç çocuk annesi bir kadınım. Bu kadar basit… Bana anlamlar yüklenmesi hoşuma gitti uzun bir süre. Ama bu o kadar uzun yıllar devam etti ki artık “ben” olarak var olamıyordum. Kimse beni ben olduğum için sevmiyor artık. Buna bir çare bul!

Bir çare düşünmeye çalışırken Mona Lisa birden yok olmuştu. Nihal’i sadece burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar görebiliyordum. Ağzını hafif açmış, dudakları ıslak… Ama tablodaki gibi ağzında hap yoktu. Artık direnmeyi iyice bırakmış, iyiden iyiye kendimi bundan sonra böyle yaşayacağıma inandırmaya başlamıştım. Arkama yaslandım. O an Nihal’in ağzı, boynu ve gerdanı karşı kanepeden kalkıp bacaklarımın arasında diz çökmüştü. Fermuarımı indirdi, elini içeri sokup benimkini kavradı. Müthiş derecede yavaş yapıyordu bunu. Bir eliyle aletimi kavramış, bir eliyle pantolonumu tutuyordu. Bu halde uzun bir süre durdu. Daha sonra dudağını yavaş yavaş yaklaştırıp ilk dil darbesini attı. Dilinin ıslaklığını hissettiğim an bundan 20 yıl öncesine ait görüntüler gözümün önüne hücum etmeye başladı. Birinde babam elinde VHS kasetiyle odaya giriyor; burnunu çeke çeke, tek omzunu yukarı kaldırıp indire indire televizyona yanaşıyor; Sonra ekranda bir kadının, tek göğsünü açıkta bırakan Romalı kıyafetleriyle kiliseye doğru koşturduğu görülüyordu.

Nihal’in ağzı, yalamayı bırakıp baş kısmını ağzına almaya başladığı anda, babamın bana porno film izlettiği ilk güne tekrar döndüm. Papaz elbisesi giymiş bir adam, az önce koşturan kadının saçlarından tutup ağzına veriyordu. Kendi kafasını yukarı kaldırıp zevkin doruklarında olduğunu tüm izleyenlere kanıtlarcasına nefes alıyordu.

Bu görüntü de dağıldıktan sonra, Nihal’in saçlarını tutan sol elimin omzumdan ayrılmaya başladığını fark ettim. Acı hissetmiyordum, kan yoktu. Ekmek koparır gibi ayrılıyordu. Tamamen ayrılıp düşmesin diye sağ elimle sol kolumu pazularımdan tuttum. Bu sefer sağ kolum dirseğimden ayrılmaya başladı. Parça parça dağılıyordum. Paniğe kapılıp Nihal’e beni sıkıca sarmasını yoksa paramparça olacağımı söyledim. Ayağa kalktı, eteğini kaldırdı, külodunu kenara kaydırıp kucağıma oturdu. Az önceki yavaşlığından eser kalmamıştı. Işık hızında kalkmış, ışık hızında içine almıştı. Sarıl, diye bağırdım. “Çabuk sarıl parçalanıyorum!” İçine aldığı kadar hızlıca sarıldı bana Nihal. Bir süre böyle durduktan sonra nedense artık vücut bütünlüğümle ilgili kaygılarım yok olmuştu. Belinin iki yanından tutup, biraz yukarı kaldırdım ve indirdim. Bir mekanizmaya ilk hareketini verir gibi, Nihal’i aletimin üstünde bir iki defa daha kaldırıp indirdim. Nihal bunu bir emir telakki ederek, kucağımda zıplamaya başladı.

Her pozisyonda şekil değiştiriyordu, bazen lateksler içinde dominant, orta yaş; bazen Uzakdoğulu ve cinselliği yeni yeni keşfeden, genç; bazen “hadi vur artık şu jileti!” diye bağıran tutkulu bir kadın… O güne kadar anlattığım bütün fantezilerdeki kadın oluyordu birer birer. Yıkılmasını, en azından üstünde rahatça konuşulacak hale gelmesini istediğim tüm tabuları yıkıyor, sapkınlık diye bakılan tüm arzuları bir bir yaşıyordum.

Zaman ve mekan algısını yitirmeye başladığım andan itibaren kendimi sadece Nihal’e, yani onun dönüştüğü kadınlara bırakmıştım. Ne kadar sürdü, daha sonra neler yaptık hatırlamıyorum. Ertesi sabah gözümü açtığımda Nihal uyanmış, perdelerin köşesine hiç kıpırdaman ve büyük bir şaşkınlık içinde bakıyordu. Birkaç dakika onun hiçbir şey yapmayışını izledikten sonra sırtüstü pozisyona geçtim. Midemle soluk borum yer değiştirmiş, kalbim sağ dizimin iç tarafında atıyormuş gibiydi. Bütün anatomim bozulmuştu. Bir süre hangi organımın artık nerede olduğunu kavramaya çalıştıktan sonra kalkıp Nihal’in yanına yanaşıp omzundan sarstım. “Dün bunların yandığını söylemiştin!” diye bağırdı aniden. İşte, dedim kendi kendime, beni kendime getiren, böyle bir şey olmalı!

Kendimi sokağa attığımda hava iyice kararmıştı. O eve girdiğim ilk andan bu yana 27 saat geçmişti. Eve gidip dinlenmeli, iç organlarımı yerli yerine koymalıydım tekrar…

İki gün sonra kitabevinde çalışırken, içimde karşı koyamayacağım bir istek oluştu. Zaten iki gündür, bana neler olduğunu, Nihal’in nasıl bu kadar iyi sevişebildiğini düşünüyordum. Bana tüm bunları nasıl hissetirebilmişti? Seksin içine bütün benliğimi katmamı nasıl sağlamıştı? Tekrarlansın istiyordum, tüm o anları bir daha yaşamak istiyordum. “Akşam evde ol, sana anlatmadığım bir sürü fantezi var!” diye bir mesaj attım Nihal’e. Cevap vermedi, zaten herhangi bir cevap beklemiyordum. İşten çıkar çıkmaz soluğu onun evinde aldım. Tekrar salon… Tekrar çalışma odası… ve tekrar o dilinde hap olan kadın ağzı tablosu…  Yine aynı etkilerle seviştik. 

Birkaç sefer dışında her gittiğimde onu evde buluyordum, her seferinde sırasıyla aynı şeyleri yapıyor ve her geçen gün daha da kuvvetli bir şehvetle sevişiyorduk. Tabloyu yalamak dışında her şey mantıklı geliyordu bana. Hatta seslerin cisimlerinin olduğuna bile inandırmıştım kendimi artık ancak her şey o tabloyu yalama işinde tıkanıp kalıyordu. Arzularım gittikçe o tablo üzerinde yoğunlaşmıştı. Sadece o tabloyu yalamaya gidiyordum bazen, ondan sonrası kendiliğinden gerçekleşiyordu.

O kışı ve yazın ilk günlerini de öyle geçirdikten sonra Nihal mezun olup şehri terk etti. Ona artık ulaşamayacağım fikri ve artık aynı şehirde bulunmadığımız gerçeği canımı tahmin ettiğimden çok daha fazla yakıyordu. Bazen onun yanında olmayı o kadar çok istiyordum ki üzüntüden saçımı başımı yoluyordum. 2-3 ay da böyle devam etti. Yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başladığım günlerden birinde, Konur Sokak’ta dövme stüdyosu olan bir arkadaşım aradı: “Çok güzel bir şey buldum hemen gel!”

İş çıkışı koştura koştura yanına gittim. Kapıyı çaldım, başka biri açtı. İçeri girdiğimde Salih, beni arayan arkadaşım, koltuğun birine serilmiş, kafası yana düşmüş, gözleri yarı açık, belli belirsiz gülüyordu. Yanındaki sehpaya doğru uzandı, iki parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir kağıt parçası uzatıp “yala” dedi kısık bir sesle; “Geç kaldın, biz sensiz başladık!” diye bağırarak devam etti. Nihal’le geçirdiğim son 5-6 ayım gözlerimin önüne geldi birden. “Neden yalıyoruz bunu? Ne ki bu?” diye sordum. 

LSD, dedi, Van Gogh’la tanışacağım şimdi.


Samsun Asfaltında Otomobiller

Yaz bitiyor, bitmekle kalmayıp içimizdeki sıcaklığını da alıp götürüyordu. Ama hala balkonda yaşamaya direniyorduk. Kahvaltımız yeni bitmiş, eline dergini almış okumuyordun. Ben de Samsun Asfaltı manzarasına bakmıyordum, ki severdim Samsun Asfaltındaki otomobilleri. "Bugün içmeye ne zaman başlayacaksın?" diye sordun durduk yere, okumadığın dergiden kafanı kaldırıp. Bunu o kadar inandırıcı yaptın ki, sana haksızlık ediyor olma ihtimalim bir an kafamı kurcaladı. Sonra evdeki binimum kadın dergilerinin hep aynı sayfaya kadar okunduğunu hatırladım. Her seferinde aynı yere kadar gelip kahvaltı masasını toplamaya girişiyordun. Bir aydır aynı dergileri eline aldığının farkında bile değildin belki. Bir aydır sen eline dergi alıyor, okumuyordun; Ben de Samsun Asfaltına kafamı çeviriyor, bakmıyordum.

-Neden sordun?
+Dergide okudum, içmek erken yaşlandırıyormuş.
-Ben bi tekele gideyim o zaman. Bu saatte başlarsam, takribi ne zamana yaşlanmış olurum?
 
O gün erken başlamak gibi bir niyetim yoktu, hem hava bir haftadan beri ilk defa güzeldi, hafta sonuydu, Ankara'da parklar vardı ve ben içlerinden Kurtuluş'u çok seviyordum. Hava masa tenisi oynayabilecek kadar rüzgarsızdı ve ben sana bilerek yenilmeyi çok seviyordum.
 
Kafanı dergine eğip, okumamaya devam ettin. Samsun Asfaltına baktım, otomobiller hala oradaydı. Ben de kalkıp tekele gittim.

İntihar Mektubunu Bana Postala

Üniversitenin son senesinde, artık havalar ısınmış, öğrencilerin derse gitmek dışında her boku yemeye başladığı zamanlarda bir birahaneye takılıyordum. Kıştan beri oradaydım aslında ama o aralar gidişlerim sıklaşmıştı, finaller falan umrumda değildi, çünkü kağıda ne yazsam geçiriyorlardı nasılsa. Hatta bir keresinde, imla kılavuzu tarihçesinin sorulduğu bir soruya cevaben Galatasaray-Adanademirspor maçının son 15 dakikasını bile anlatmıştım. Bir bozkırda sürdürüyordum öğrenimimi ve bozkırlar birahanelere takılmak için müthiş yerlerdir. Bu fikri paylaştığım bir grup insanla çoğu zaman veresiye demlenirdim. Emekli Salih Öğretmen vardı. İsmi Salih değildi, emekli de değildi. Atanalı iki yıl olmuş, aslen Ömerceli bir adamdı. Filmlerde gördüğümüz öğretmen emeklileri gibi giyinir, okuldan çıktığı gibi yanımıza gelir, götü başı dağıtana kadar içerdi. Daha sonra, sanki az önce bağıra bağıra küfür etmemiş gibi ceketinin önünü ilikler, öğretmen çantasını eline alır, aynı müşfiklikle evine giderdi. Rıza Abi vardı ki kendisi veresiye demlenmelerimizin yarısını karşılayan adamdı, diğer yarısını devletin okul bitince söke söke alacağı kredimden karşılardım. Hatta bir iki ay ziraat bankası kartımı şifresiyle beraber birahane sahibine vermek zorunda kalmıştım, sağolsun Rıza Abi kapatmıştı o defteri. Biri mühendislik, diğeri işletme fakültesinde olan iki arkadaş daha vardı, mühendislik okuyanın adı Halim'di. Çok içerdi Halim. 3 gün boyunca demlendiğine şahit olmuştuk. Kaç litreye tekabül ettiğini hesaplayınca tüylerimiz diken diken olmuş, birer bira daha söyleyip Halim'e kaldırmıştık kadehleri. Boş zamanlarında enginar yerdi, karaciğere iyi geliyormuş. Ama enginarı demlendiği kadar çok yemediği için 37 yaşında sirozdan öleceğine bahse bile girmiştik kendi aramızda. İşletmede okuyanın adı Dilber, arap kızı...

Bir gün kapıdan bir kadın girdi, en fazla benim yaşlarda... Üstünde kronik devrimci ceketi, ayağında dar bir pantolon, postacı tipi çanta... Bir masaya oturdu ve o masa önümüzdeki bir kaç hafta ev sahipliği yaptı içtiği biralara. Bir gün Rıza Abi'nin cömertliği üstündeyken ısmarladığı biralardan biri nasıl olduysa onun masaya da uğrayınca bozkır birahanesinde beraber demlenenlerin sayısı bir kişi arttı. Tanıştık, Zarife'ymiş adı. Kitapçılık yapıyormuş. "Benim hayalimdi edebiyat okumak" dedi, edebiyat okuduğumu öğrenince. "Benimki de kitapçılık yapmaktı." dedim.

Tanışıp kaynaştıktan sonra artık, oturduğu masa değişmiş, karşımdaki yerini almıştı. Bir babası varmış Balıkesir'de, annesi doğumda ölmüş. "Hastane önünde incir ağacı" türküsünü ne zaman dinlese ağlarmış bu yüzden. "Evlilikten bu yüzden korkuyor olabilirim, aslında korktuğum ölümün kendisi. bilinçaltı işte..." dedi bir gece, telefon numarasını almış gecenin bir yarısı aramıştım. Gündüz çalışıyordu, saat 9 gibi birahaneye geliyor içmeye başlıyorduk, gece telefon konuşmasını bitirip beraber uyuyorduk. Bir kaç akşam bozkırda demlenenlerden ayrı masada oturmuş saatlerce kitaplardan konuşmuştuk. Boş ver abi, diye bağırmıştı Halim bu akşamlardan birinde, satacaksa kadınlar yüzünden satsın! Şaka yollu bir serzeniş olarak algılayıp geri dönmüştük Halimlerin masaya.

En suskun zamanlarında telefonum çaldı bir gün. Tanışalı tam 1 ay olmuştu. Zarife intihar etmiş. İntihar etmekle kalmayıp bir de intihar mektubu bırakmış benim için. Bir insan düşünün, intihar etmeye karar vermiş; geride kalanlara bir mektup bırakmak istiyor ve mektubunu tanışalı sadece 1 ay olmuş birine yazıyor. Yalnızlığın en büyük göstergesi bu değildir de nedir? İntiharının en yakın tanığı durumuna düştüm Zarife'nin. Belki 1 ay daha intihar etmeseydi, artık sıkıcı bulacaktı beni, bana bunu güzel bir dille anlatamayacağı için bir süre sessiz geçecekti demlenmelerimiz. Daha sonra ben bu sessizliğe dayanamayıp birahanemi değiştirecektim. Ama 1 ay daha dayanamadı Zarife ve ben, onun cenazesinde onur konuğu olarak saf tuttum.

Şimdi ben kitapçı oldum, ama Zarife edebiyat okuyamadan öldü.

Gamzedeyim Deva Bulmam


(Dinle!)

Geçenlerde denk geldi dinledim. bir yaşlılık hali çöktü üstüme. Emekliliğinde her akşam rakı içip geçmiş günleri yad eden, yanında 38 yıllık karısı dururken "elbet bir gün buluşacağız"a her seferinde aynı hüzün ve coşkuyla eşlik eden emekli bir öğretmen çöreklendi içime.

Yeni evlenmiş de tesadüf o haftasonu ana-babasını ziyarete gelmiş kızım, masama sürekli meze taşıyor, her kadehte suyumu tazeliyor gibi hissetmeye başladım. Havalar da sıcakmış gibi tabii, sürekli buzlukta tutmak gerekiyormuş su şişesini. Zaman, ne ilk akşam, ne de içmeyi bırakacak kadar geçmiş; zaman tam, "başladık artık, allah sonumuzu hayretsin" zamanıymış gibi...

Ulan, dedim kendi kendime, elinde bira var rakıya halleniyorsun.

İçimdeki emekli öğretmeni odada boş boş oturup bira zıkkımlanırken susturamayacağımı farkettim. Rakılık para da kalmamış, sermayeyi biraya yatırmıştım. Bari, dedim, gideyim Gülhane Parkında dolanayım, içimden "bir kızıl goncaya benzer dudadığın"ı mırıldanayım; eski güzel günleri yad edeyim. Kalktım hazırlandım, hakim yaka göynek ve cepkenimi giydim, ince çizgili kumaş pantolonumu geçirdim ayağıma, gözlükler zaten yuvarlak. Tam evden çıkacağım; bira içen tarafım rakıya hallenen tarafımın kulağından tutup durdurdu:

-Dur amına koduğumun salağı dur, Gülhane Parkı Ankara'da mı? Nereye gidiyorsun sen? Cepkeni nerden buldun hem sen gerizekalı?

Ettiği bu küfür, ağzıma hiç yakışmıyordu. Ben de küfredebilirdim ama buna terbiyem müsaade etmiyordu. Zaten o sırada cepkeni nereden bulduğumu düşünüyordum, cevap vermekle uğraşamazdım. Hem iyi çocuktum, küfür etsem bile içimde kötülük yoktur, hem de yani sonuçta Ankara'da Gülhane'yi arayacak duracaktım, bira içen tarafım olmasa.

- Otur oturduğun yerde lan, kumaş pantolon giymiş bir de tipe bak amına koyyim. Puhahahahaha!
+Rica edeceğim, terbiyemizi takınınız. Böyle kaba konuşarak bir yere varamayız.
-Hala varmak diyor! Ne oldu la sana? La otur gece gece evimde, zıkkımlan ne zıkkımlanıyorsam!
+Bakın, eğer böyle devam ederseniz ben de size hakaret etmek zorunda kalacağım.
-Lan göt! Sen hakaret etsen ne olur etmesek ne olur!

Ağız tadıyla Gülhane'de dolanmama izin vermeyecekti bu biracı hayvan. Ruganlarımı çıkarıp odaya geçtim. Baktım rakı kalmamış, kızım ve dallama damadım uyumuş; dolapta buz bitmiş, mezede haydari...

Masanın üstünde iki bira... "bundan iyi cila olur amına koyyim" deyip Ezginin Günlüğü açtım.