28 Eylül 2017 Perşembe

Sarhoşken Büyütülen Şeyler - 3

İlk kelimeyi yazıp bir iki saniye durdum. Sonra sildim, bunu yazıyorum. Başlamadan sigara molası veriyorum. Sen de yak bir tane... Şunu dinle... Sonra gel, konuşalım.

Geldim.

1
İki yan evde oturuyordu arkadaşım, Süleyman. Liseyi sırf lise mezunu olmak için okuyordu, mezun olduktan hemen sonra askere gitmek ve dönüşte berber kalfası olmak dışında bir planı yoktu. Planlarını gerçekleştirmek için ise yan mahallenin berber dükkanında çıraklığa başlamıştı. Kalfa olmasına pek az kalmıştı Süleyman'ın. İki haftada bir arar, bedava tıraş ederdi beni. Mesleki gelişimini, saçıma saçma sapan şekiller vererek tamamlamasının önündeki tek engel askerlikti. Gitti. Acemisini hatırlamıyorum, usta birliği Kıbrıs'taydı.

Liseyi bitirip askere gitti Süleyman. Ben ise o gelene kadar, ustasına kestirdim saçımı.

Döndüğünde, Haziran'dı. Beni aradı yine. Çağırdı, kalfalığını tebrik niyetine saçımı feda ettim ona, yine saçma sapan bir model verip içeri girdi. Elinde altılı Absolute Vodka'yla geri döndü. Altı tane yetmişlik vodka... Saçlarımı unuttum bir an için. Bir tanesini bana verir düşüncesiyle yaklaştım yanına. Altısını birden elime tutuşturdu, "Kıbrıs'ta çok ucuzmuş lan, ben de alayım dedim." diye uğurladı beni. İlk bir iki gün sadece bakıştık şişelerle. Sonraki gün, bakkalın yanına gidip "Abla bu vodka en iyi neyle içilir?" diye sordum. "Fanta" dedi. Sanırım elinde acilen satması gereken bir stok bulunuyordu. Aldım eve gittim. Rakı bardağına hazırladığım vodka fanta karışımının ilk kadehini içtim. İçiş o içiş...

Bir buçuk ay geçmiş, ben her gün azar azar, ama gittikçe artan bir ivmeyle içer olmuştum. Misafir falan dinlemeden içiyordum. Sonra altısı da bitti, üniversiteyi kazandığımı öğrendim ve okula başladım. Dağın başında bir yurttaydım ve neredeyse bütün bir yazı içerek geçirmiş bir insan olarak alkol bulmakta zorlanıyordum. O ayazda bir damla alkol bulmak için kilometrelerce yürümek zorunda kalıyordum. Ki bir gün yürüsem bile bulamamıştım. Zaten petrol satan, yani işi arabayla olan bir şirketin marketinde alkol bulabildiğime şaşırıyordum. Yanılmamışım. Yasakmış ve yakalanmışlar. Artık satamayacaklarmış. Kuyruğumu sıkıştırıp geri döndüm ve bulabildiğim ilk alkolü, etüt odasında, bir pencerenin pervazından kendimi aşağı bırakmak üzereyken yudumladım. Eyüp Sabri Tuncer bu işi beceremiyordu. Çok acıydı tadı...

Süleyman ise artık "berber" olmuştu. Kendi koltuğu vardı. Kendi parasını kazanıyordu. Bense saçımı kestirme gereği duymuyordum.

2
Evde buldum, annem saklamış. İki tane yetmişlik boğma rakı... Eniştem Adana'ya gittiğinde getirmişti. Bir iki gün bakıştık şişelerle. Sonra bir gün şişede kalan son kolayı bardağıma doldurduğumda, yarısının dolmadığını gördüm. Elim boğmaya uzandı. "Bardağın yarısı dolu mu yoksa boş mu?" diye tartışmalara mahal vermemek için ağzına kadar doldurdum bardağı. Bu optimistlerle pesimistlerin savaşıydı. Ben ise bir şeyler içmeye çalışan bir insandım sadece.

Sonra her gün kola almaya başladım, her gün bardağın yarısını boğmayla doldurmaya başladım. Anneme çaktırmadan içiyordum günlerdir. Bu sefer kuruyemiş de yoktu masada, rakı bardağı da. Dolayısıyla masanın üzerinde açacağım yer de azalmıştı. Tek bardaklık yer açtım ve içmeye başladım.

Tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Aklımda tamamen başka bir şey ve başka biri vardı. Ülkenin tam ortasında ve Afyon'dan sonra en büyük kavşağı konumunda, uzaklara giden hemen herkesin içinden geçip gittiği, geçerken git git bitmediğini fark ettiğin bir şehirde küçük bir kadın, canıma okuyordu benim. Üstelik hiçbir şey yapmadan. Havalar gittikçe bozuluyor, sonbaharın biri, perdeleri savurarak camlardan içeri doluyordu. Sevdiğim bir yazar insan öldürüyor, elleri kelepçeli götürülürken sürekli alıntıladığım cümlesini yeniden kuruyordu. Kronik sorun... Bütün günler aynı geçiyordu.

Çok sevdiğim bir adamın yazdığı şiiri, çok sevdiğim bir adam bestelemiş, söylüyordu. O kadar güzeldi ki şiir ve o kadar güzeldi ki besteleyen adam; iki bölüm arasında çok itici bulduğum bir adamın şiir okuması bile güzel geliyordu. Başucunda ne olduğunu anlattığı bir bölümünde şarkının; bir iki saniye gözlerimi kapattım. Gözlerimin önüne geldi. Gözlerimden bir iki saniye geçti ilk televizyonumuz. Durduğu karanlık oda, altındaki gri ve camlı televizyon sehpası... Yatağın hemen yanındaki yer yatağı...

3
Dayım geldi eve bir gün. İlkokula gidiyordum, belki bir, belki iki... Çok net değil. İlkokuldaki ve daha sonraki hiçbir okul anım net değildir benim. Ama dayımın eve girişini, annemle konuşmasını, televizyonu kucaklayışını ve götürüşünü çok net hatırlıyorum. Bir video izliyormuş gibi net. 

Kumanda yapılacakmış televizyona. Televizyon evimizden ayrılmadan hemen önce sekiz tuşlu, yani sekiz kanallı bir televizyondu. Parlak gri ve yan yana dizilmiş sekiz tuş ile kanalları değiştiriyorduk. Tuşa bastığın zaman tuş basılı kalıyor, başka bir kanala geçmek istediğin zaman başka bir tuşa basınca ilk bastığın sert bir "tak" sesiyle dışarı fırlıyordu. Zapping dediğin şey, çok sesliydi. Çok kısa sürüyordu, zira en fazla sekiz kanal vardı; en az iki tanesi çekmeyen sekiz kanal. Ve çok zahmetliydi, birinin kalkıp televizyonun yanına kadar gitmesi gerekiyordu. Ses kapama-açma ve renk ayarı dediğin de bu sekiz küçük, gri, parlak ve diktörtgen düğmelerin altında iki tekerlek... 

İki gün boyunca televizyonsuz kaldık ve sabırsızlıktan çatlayacaktık. Hayır televizyon düşkünlüğümüz yüzünden değil. Zaten sadece sabahları HBB diye bir kanalda Zeki Müren şarkıları dinliyorduk. Sonrası okulun sıkıcı dakikaları... Daha sonrası ise neredeyse ayakta uyuyana kadar sokaklarda oyunlar oynayıp eve dönmekle geçiyordu. Sabırsızlığımızın nedeni kumandaydı. Sadece kumanda olsa yine iyi. Bir de üstüne üstlük "uzaktan" kumanda... 

Tüm karşılama hazırlıkları tamamlanmış, evde bayram havası yaşanmasına ramak var, televizyon gelecek... Annem tozunu almış gri sehpanın, hazır televizyon kalkmışken. Buradayken üstünde duran dantel, televizyonun boşluğunda arz-ı endam etmekte... Her şey hazır...

Sekizli tuş takımı ve tekerlekler gitmiş, yerine siyah, büyük bir dikdörtgen gelmişti. Televizyon açılınca o siyahlığın bir ekran olduğunu anladık. Kırmızı ve dijital bir "1" rakamı belirdi orada. Dayım hangi tuşları kullanacağımızı gösterdi. Artık sesi de rengi de kanalları da oradan değiştirebilecektik ve artık sekize değil, doksan dokuza kadar gidiyordu.

Uzaktan kumandanın ne kadar uzaktan çalıştığına, battaniyenin ve sair nesnelerin arkasından çalışıp çalışmadığına dair deneysel çalışmalarımız belki başka bir yazının konusu... 

4
Günlerce uğraşının ardından bir şey fark ettik. Kanalı her değiştirdiğimizde ekranda beliren kanal numarasının yanındaki yeşil yazıyı değiştirebiliyorduk. Ayarlar kısmından, yazacağımız kelimenin her bir harfini ok tuşlarıyla alfabeyi dolaşarak atayabiliyorduk. 

Her ne kadar doksan dokuza kadar izin verilse de televizyonumuz sadece dört adet kanalı çekiyordu. Diğer doksan beş tanesi siyah beyaz karıncalar...

Oturdum bir gün karşısına televizyonun, birinci kanala annemin adını verdim... İkinci kanala ablamın... Üçüncü kanala kendi adımı yazdım. Hala dördüncü bir kanal daha vardı. Dayımın ismini yazayım dedim, babamın adıyla dayımın adı aynıydı. Annem sinirlenebilir, üzülebilirdi. Sevdiğim bir arkadaşım geldi aklıma, ama onu da bu mutlu aile tablosuna ekleyecek kadar çok sevmiyordum. Elimde kumanda, televizyonda dördüncü kanal açık, çok uzun müddet durdum. Çaresizliğin ne demek olduğunu o an anladım. Dördüncü kanala verecek bir isim yoktu. Babamın adını yazıp yazıp sildim bir süre. Sonra dördüncü kanalı kaderine terk etme kararı aldım. Benim ailem, bu kanallara ad verecek kadar kalabalık değildi. Bir iki gün sonra, ilk üç kanalın adını da sildim. Kumandayı televizyonun yanına bırakıp televizyona, hatta televizyonun bulunduğu odaya bile sonsuza kadar veda ettim. 

Sonra büyüdüm. Böyle çok içtiğim anların dışında hiçbir zaman, aklıma dördüncü kanal gelmedi. Dördüncü kanalın adını bile unuttum. Dördüncü kanalı sokakta görsem tanımam. Dördüncü kanal ölü mü, diri mi ondan bile haberim yok. Dördüncü kanalların hepsinin amına koyayım. Evet.

5
Ne kadar zorladıysam çalışırken de boğma içebilmek için ikna edemedim hiçbir üstümü. Kuyruğumu sıkıştırıp vazgeçtim ve bulabildiğim ilk kafa yapıcı maddeyi, iş yerimde, bir teras korkuluğundan kendimi aşağı bırakmak üzereyken kokladım. Peligom bu işi beceremiyordu. Çok hafifti kokusu...

Eniştem ise artık "öğretmen" olmuştu. Kendi öğrencileri vardı. Kendi parasını kazanıyordu. Bense okula gitme gereği bile duymuyordum.