22 Şubat 2017 Çarşamba

-1-
Ya Ankara Ankara'ydı o zaman ya da ben çok istiyordum doğduğum yerlerden uzaklaşmayı... İki halde de çocuktum belli. Yoksa ancak çocuksu hayallerle kaçar insan, doğduğu yerden. Ben de kaçmıştım. Yıllar önce doğduğum yeri bırakıp Ankara'ya kaçmıştım. Yüksel Caddesine kaçmıştım, bilenler bilir, Pub Uç'a kaçmıştım. Biri matbaacı, biri baba parası yiyici, diğeri dövmeci üç elemanla tanışmıştım; nasıl tanıştığım başka bir günün konusu...

Gündüzleri yazca, geceleri göt donduran soğuklar, Türkiye'nin ortasında çöl iklimi.  Yüksel'deyiz. Yüksel'de ben varım, kapatmaya yaklaşan büfeci var, bankın üzerinde bir çift var, oturan dört sarhoş, gelip geçen sarhoşlar var. İki küçük kız, ellerinde çiçek var. Kafamda bir dünya endişe, içimde eser adette bira, götümün altında karton var. 

Her zaman yaptığım gibi son yudumu dibinde bırakıp sağıma koydum şişeyi. Solumdaki poşetten bira çıkartmak için bir hamle yaptım, ama poşet boşalmıştı. 

Matbaacıdan biraz borç para almıştım, yemek yemek ve bira almak için. Yemeği ucuza getirmiştim. Akşam olunca yol kenarı simitçileri sekiz tanesini bir liraya bırakırdı. Aldığın simitleri yemeyip çivi çakmak için de kullanabilirdin. Farkında değillerdi ama dünyanın en ucuz çekicini satıyorlardı simitçi abiler. O kadar sertleşmişti simitlerin bazıları. Sekiz tane alıp, iki bira fazlası için ekstra bütçe ayırmıştım kendime. Şimdi bu bütçeyi kullanacaktım. Ellerinde çiçek olan kızlardan birini yanıma çağırdım. Beş lira uzattım eline:
- Şuradan bana bir bira, sen de istersen kendine bir kola al gel bakalım!

Hiç de çekingen olmayan bir tavırla geldi, elimden parayı aldı. Kapatmak üzere olan büfe sahibine doğru yollandı. Ve hayır, aklınıza ilk gelen şeyi yapmadı, parayı alıp kaçmadı. Bir elinde bira, diğerinde kolayla göründü bir kaç dakika sonra.

Altımdaki kartonu daha kalın olsun diye katlamıştım. Kalkıp açtım. "Gel biraz otur sohbet edelim seninle" deyip o kız çocuğuyla paylaştım. Geldi, bir kola içimlik mola verdi sevgililere tebelleş olmaya:
-Adın ne senin bakalım?
-Züleyha, abi.
-Kaç yaşındasın sen Züleyha?
-On iki.
-Nerede oturuyorsun peki? Annen baban kızmıyor mu, bu saatte burada olmana?
-Yok abi, biz Zonguldak'tan dün geldik daha, babam madende işçiydi, çıkardılar işten. Biz de geldik buraya. Onlar kalacak yer arıyordur hala. Ben de buraya geldim karnımız doysun diye.

Bir bira ve bir kola daha alacak param vardı. Çıkardım verdim Züleyha'ya. Gece geç, hava göt donduran, ortada sarhoşlar... Kazansın yeterince de gitsin annesinin yanına.

Parayı verip kalktım. Yüksel'de o kadar oturup, sarhoş olmadan kalkmak koyuyordu bana o zamanlar. Son paramı verdiğime verdiğime pişman olmuştum bile. Yürürken "Lan ne o olur bizimkilerin canı içmek istemiş olsun!" dedim kendi kendime. Evde 4 kişi kalıyorduk o zaman.  Ama o kadar kalabalık oluyordu ki, uzun bir süre hangi 4 kişinin ev arkadaşım olduğunu anlayamamıştım. 4 kişi kaldığımızı da kira masrafının dörde bölünmesinden çıkarmıştım. Kimse bana sayı vermemişti.

Eve vardığımda herkes günlük rutinini sürdürüyordu. Biri ders çalışıyor, biri sigara sarıyor, diğeri de müzik setine kulağını dayamış hiç bilmediği bir dilde söylenen bir şarkıyı ezberlemeye çalışıyordu. Selam verip yatağa geçtim. Çok içince sızarsın ya, çok içemedim bari sızayım diye uyumaya çalıştım. Zor oldu, ama  başardım. Yani başarmışım, çünkü insan, uyandırılmadığı sürece uyuduğunun farkına varamıyor.

Ben de uyumayı başardığımı uyandırılınca anladım.  İnsandım o zamanlar.

Sol omzumdan dürtükleyerek yarı ağlamaklı bir sesle "Ivan uyan." deyip durdu bir süre Hamit. O ağlamaklı ses, ben gözümü açmadan başka bir şey söylemeyecekti belli ki. Buna kanaat getirdikten sonra gözlerimi açtım. Dediğim çıkmış, Hamit, "Ivan uyan"dan sonra başka bir cümle kullanmaya karar vermişti:
-İçiyoruz kalk.

Bir insanın hayatında sınırlı sayıda dilek hakkı vardır. İşte ben muhtemelen son dilek hakkımı o zaman, bizimkilerin canı içmek istesin diye harcamıştım. "Keşke başka bir şey isteseymişim lan!" diye trip atacaktım kendime, gereksiz buldum sonra. İsteseydim de yine, belki bizimkileri hiç karıştırmayıp, birkaç şişe bira daha alacak param olmasını  isterdim o an. Sonuçta hepsi aynı kapıya çıkıyordu. Olan Hamit'e oldu:

Hamit okuldan çıkıyor, eve gelmek için otobüse biniyor. İnmesi gereken durağı bir şekilde kaçırıyor. Sonraki durakta inip eve doğru yürümeye başlıyor. Kestirme bir yoldan geçerken sevgilisi Mine'yi görüyor gri bir Broadway'in içinde. Sevgilisini Broadway'in şoförünü dudağından öperken görüyor. İlk önce inanmak istemiyor, "Bu Mine değildir." diyor kendi kendine. Bir daha bakıyor, emin oluyor. "Yanındaki erkek değildir." diyor kendi kendine. Bir daha bakıyor, emin oluyor. Her emin oluşunda dizlerinin bağı çözülüyor. Freud'un savunma mekanizmalarından en bilinenini, insanoğlunun henüz yavruyken kullanmaya başladığı "İnkar mekanizmasını" işletmeye devam ediyor Hamit. "Bu," diyor, "gri bir Broadway değildir." Sonra bunun, Mine'nin onu çatır çatır aldattığı gerçeğini çarpıtmaya bir yararı olmayacağını anlıyor ve arabanın gri bir Broadway olduğuna emin olamadan bırakıyor inkar mekanizmasını işletmeyi. Ne yapacağını bilemeden dolaşıyor dışarıda geceye kadar. Parasını nasıl denkleştirdiğini bir türlü anlamadığımız bir kasa birayı kapıyor, geliyor eve. İlk önce salondakileri topluyor başına içiyoruz diye, sonra benim başımda bitiyor. Sonrası malum: "Ivan uyan..."

Kalktım. Odamın kapısı zaten salona açılıyordu. Üç kişi yere oturmuş, dördüncüye ve beşinciye yer açmak için birbirlerine yaklaşmışlardı. Hamit'le ben oturunca çember tamamlanacaktı. Hamit bira kasasının yanına oturdu, ben de onun yanına oturdum. En dertlimiz sakiliğe başladı. Çakmakla açtığı bira şişelerini dağıttı, ilk yudumu gri Broadway'a içtik.

Kasadaki son biradan son yudumu alan Asım, "Hadi bira bulalım." diye kaldırdı beni. Her birinin ayrı ayrı içesi varmış o gün belli. Ama beni şaşırtan bu kadar parayı nereden bulduklarıydı. Çünkü, muhafazakar bir muhitte beyhude açık tekel aradıktan sonra, sırf bira alabilmek için taksi tutup Cebeci'ye gitmiştik ve taksi parasını da aldığımız yarım kasa biranın parasını da Asım ödemişti. Bir süre sonra "Bira varsa sorun yok" diye düşünerek paranın kaynağını sorgulamayı bıraktım. Üstelik dönüşte yine taksiye binmiştik ve taksi parasını yine Asım ödemişti. Eve geldiğimde Hamit'in haline bakıp "Bu adamın sarhoş olmak için alkol almasına gerek yok." diye düşündüğümü hatırlıyorum. Derdi yeterdi. Gri Broadway onu bir kaç ay daha idare ederdi. Diğerleri hafif ayılmış, Hamit daha fazla sarhoş olmuştu. Üstüne yarım kasa biradan kendisine ayrılan payı içtikten sonra, kamu spotuna dönüştü: "Gri Broadway'de sevgili aldatmak sağlığa zararlıdır. Hamit'e bakın ne halde."

O gecenin sabahında Hamit'in ağlama sesine uyandım. Yataktan kalkıp teselli edemeyecek kadar başım ağrıyordu. Uzun bir süre dinledim Hamit'i. Ben dinledikçe ağladı. Biraz daha zorlasam gözlerinden dalga sesleri duyacaktım. O kadar fazla döküyordu göz yaşlarını. Biraz daha zorlasam ciğerinden gelen yanık kokusunu duyacaktım. O kadar içli ağlıyordu Hamit. Ağlayışını dinledim, ağlayışını kokladım, göz yaşlarını hissettim; ama kalkıp gidemedim yanına. Daha sonra o kalkıp gitti. Uzun süre sesi sedası çıkmadı.. Sonra haberini aldık; ama pişman olduk aldığımıza.

Hamit'in yokluğuna alıştık uzun zaman sonra. Yalnız biz değil, Mine de alışmış, okula rahatça gri bir Broadway'le gelmeye başlamıştı. O gece orada bir buçuk kasa birayı deviren herkes emin olmuştu artık, o arabanın gri bir Broadway olduğuna.

-2-

Neden gerekmez çoğu zaman. Nedensiz içen herkes bilir, ama hiç kimse itiraf edemez nedensiz içtiğini. En geç ilk kadehten sonra mutlaka bir neden bulunur. Elbet bulunur. Biz ilk kadehe bırakmazdık. Haftanın en az üç günü en az birimiz, o gri Broadway'i bahane ederdik. O gün sıra bendeydi:

Yüksel'deydim. Yüksel'de ben vardım, kapatmaya yaklaşan büfeci vardı, bankın üzerinde bir çift vardı; her zaman olur... Oturan sarhoşlar ki onlardan kaç tane var, sayamayacak kadar sarhoştum ben de. Ve elbette; gelip geçen sarhoşlar vardı. İki küçük kız... Ellerinde çiçek vardı. Kafamda bir dünya endişe, içimde eser adette bira, götümün altında karton vardı.

Hamit'i gördüğümüz son günün üstünden aylar geçmişti ama benim o geceki sarhoşluğum bitmek bilmedi. Son biramın ortalarında gözüm o iki küçük kıza takıldı. Birini tanıyordum, Züleyha... Biram bittikten sonra "Züleyha" diye bağırdım. Oralı olmadı kız. Bir daha bağırdım. yine bakmadı. O arada önümden geçmekte olan bir çifte musallat oldu. Erkek sinirli bir hareketle itekledi Züleyha'yı. "Lan" diye bağırdım. Ayağa kalktım, dövecektim. Kadın elinden tutup uzaklaştırdı sevgilisini benden. Gel işareti yaptım Züleyha'ya. "Bu saatte ne işin var burada?" diye sordum, ailesi çoktan kalacak yer bulmuş, babası bir işe girmiş olmalıydı. Kısa bir süre süzdü beni. Ama cevap vermedi. Kartonuma doğru yürürken daha sakin bir ses tonuyla "Gel şöyle, otur biraz. Anlat bakalım ne var ne yok? Ne yapıyorsun bu saatte burada?" dedim. Yanıma yanaştı, oturdu ve anlatmaya başladı Züleyha:

-Zonguldak'tan daha dün geldik abi. Babam madende işçiydi, çıkardılar işten. Ben de burada çiçek satıyorum, babamlar da kalacak bir yer arıyorlar. Bulunca gelip alacaklar beni buradan...

Anlatmaya devam edecekti. Diğer kız elindeki çiçekleri göstererek seslendi uzaktan:
- Zarife! Hadisene kız. Sohbet mi edecen? Kalk hadi!

Bir süre yüzüme baktı Züleyha. Bir şeyler bekledi benden. İnsanların daha önce defalarca yaptıkları gibi, hikayesinden sonra ona para vereceğimi düşündü. Ben bakakaldım. O ise yanıma Züleyha olarak oturdu, Zarife olarak kalktı.


-3- 
Beş yıl geçti, bir zamanlar kaçarak geldiğim Ankara'ya taşındık ailecek. Züleyha hala orada, Hamit'in intiharından habersiz, babasının kalacak yer bulmasını bekliyordu.