11 Ocak 2018 Perşembe

Birinci Tekil Kişilik Bozukluğu

1

    Bir ayağını balkonun korkuluğundan sarkıtmıştı. Hava tüm gücüyle kararmış, kış, tüm gücüyle gelmeye çalışıyor; sanki bir dudak, ılık bir nefes üfleyerek soğuk havaları def ediyordu. "Başka bir iklimde - kış mevsiminin gelmeyi başarabildiği bir iklimde mesela - başka biri diğer ayağını da sarkıtıp kendini boşluğu bırakmış olabilir. Bir süre yere paralel gittikten sonra, yerle, bütün kemiklerini kıran bir buluşma gerçekleştirmiş olabilir." diye düşünürdü eskiden olsaydı. Ne zaman intihara yaklaşsa, daha önce intihar etmiş insanları düşünür, onların artık mutlu olduğunu hayal ederek kendini cesaretlendirirdi. "Bir duygu, hatta bir dürtüdür ölüm." derdi. Şimdi bir ayağı ölüme sarkmışken içinden geçirdiği tek cümle şuydu: "Allah'ım bu acı nasıl geçecek?!". Bir soru cümlesiydi bu, ama cevabından, en azından o an, emindi: Geçmeyecek! O yüzden orada, o balkonun korkuluklarındaydı. Ölesiye titriyordu. Dişlerini kanatırcasına sıkıyordu. Aşağı baktı. Karşı binanın önünde bir kalabalık gördü, bir aile kendilerine misafirliğe gelen başka bir aileyi uğurluyordu. Onu görüp engellemeye kalkmasınlar diye boşluktaki ayağını kısa bir süreliğine geri çekti. Zihni bu düşüncelerle o kadar doluydu ki tek eliyle kulağına götürdüğü telefonun ucundaki kadının söylediklerini duymuyordu. O kadın... O kadın sayesinde oradaydı.

   "Melih" dedim. "Melih ne olursun yapma." Bir ara, dikkatinin bir şekilde dağıldığı o anda, bağırarak ve ağlayarak sorduğum "Neredesin?" sorusuna cevap verebilmişti. Onunla uzun süre iletişim kuramadım. Titrek bir sesle "Allah'ım, Allah'ım bu acı nasıl geçecek?" diyordu sadece. Ne sorularıma cevap veriyor ne de susuyordu; sadece tek cümle: "Allah'ım bu acı nasıl geçecek?" O bu cümleyi kurdukça ben bağıra bağıra ağlıyordum. Melih benim yüzümden oradaydı. 

    "Bunlar da nereden çıktı?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Karşı binanın önünde bir kalabalık vardı. Biri kafasını kaldırsa benim durumumu görecek, her şey çok daha kötü olacaktı. Öylece bırakmak istiyordum kendimi. Kimse duymasın, kimse görmesin. Havada süzüldüğüm o anlara ve yerle buluştuğum o ana kimse tanık olmasın istiyordum. Bir kişi hariç: Handan... "Sahi, biz onunla telefonda konuşuyorduk." diyerek hatırladım Handan'ı. Telefonun diğer ucunda bağırarak ağlıyordu. "Ağlamalı zaten, acı çekmeli. Yere düştüğümde bedenimden çıkan sesi hayatı boyunca unutmamalı. İntikam evet. İntikam da ölüm gibi bir duygu, hatta bir dürtüdür. "
   Acı nasılsa geçecek gibi durmuyordu ve ben bu acıyla nasıl yaşayabileceğimi bilmiyordum. Bir taşla iki kuş: Hem ben artık acı çekmeyecektim hem de Handan bana çektirdiği bu acının bedelini ödeyecekti. Çünkü ben, Handan yüzünden oradaydım.

    İntikam, sevgi, nefret, tutku, delilik, kötülük... Bir duygu olarak adlandırdığı her şeyi yaşarsa en dibine kadar yaşardı. Asla birini diğerinden üstün görmez, sevgiye bir kutsallık atfetmez, sözgelimi kötülükle bir tutardı. Nasıl ki bir şeyi çok fazla sevmesi normalse, birine çok kötü davranması da o kadar normaldi kendisi için. Ne kadar "Siz insanlar..." diye başlayan cümleler kurup kendisini bu kümeden uzak tutuyor gibi görünse de o duyguların hepsini fazlasıyla insanî bulur, hatta insan olduğuna bu şekilde emin olurdu. Asıl o an, iki ayağı da artık boşlukta olduğu an bu kümeden soyutlanacak, çemberin dışına çıkacaktı. Çıkmak, daha önce girmiş olmakla mümkündür. Melih bir insandı, her ne kadar insan olduğuna bazılarını inandıramamış olsa da; defalarca "Lan ben de insanım, yeter!" diye bağırmış olsa da Melih, bir insandı ve çemberin dışına çıkınca bundan emin olacaktı. bir taşla bir sürü kuş. Bu sefer olacaktı.

    Çaresiz, sesleniyordum. Seslenmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Melih'ten kilometrelerce uzaktaydım. İçimden "Allah'ım ne olur yapmasın!" diyordum. Bazen Allah'a seslenmeyi bırakıp "Melih ne olur bir şey yapma!" diyordum; cevap olarak sadece "Bu acı nasıl geçecek?!" cümlesini duyuyordum. Bağıra bağıra ağlamak hiçbir şeyi çözmüyordu. Her an daha fazla ölüyordum. 
   Bir an bir hışırtı sesi geldi telefondan. kısa bir süre duraladım. "Melih?" dedim, "Allah'ım ne olur kendini atmış olmasın!" der gibi. "Efendim Handan?" dedi yine aynı titrek sesle. Melih'le iletişim kurabilmiştim sonunda.

    "Efendim Handan?" dedim.
  Hayallerim vardı, ileride çocuklarımla pikniğe gidecektim bol bol. Bu piknikler esnasında kullanmak için portatif sandalye almıştım. Biriyle evlenene ve baba olana kadar bu portatif sandalyeyi balkona sigara içmeye çıktığımda oturmak için kullanıyordum. Aşağıdaki kalabalık dağılmak bilmiyordu. Ayaklarım titriyordu, ayakta duramıyordum. Kendimi o sandalyeye attım. O anda seslendi telefonun diğer ucundan:
    - Melih?!
    - Efendim Handan?
   "Melih ne olur yapma?! Sana söz veriyorum geçecek, bu acı geçecek. Ben geçireceğim. Nasıl olacak bilmiyorum, ama beraber atlatacağız." dedi. Sustum. Beni korkuluklara ışınlayan acı tam olarak böyle bir şeydi. Handan bana çok büyük bir söz vermişti. "Handan," demiştim, yapma.  "İnanıyorum. Bir gün bu sözlerini tutmayacaksan, 'boşuna yorma'" demiştim. "Boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmam. Tasımı tarağımı toplayıp gelirim. Neyim var neyim yoksa ortaya dökerim. Sözünü tutmazsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim."
    Şimdi o zavallı köylü bir apartman dairesinin korkuluklarına dayanmıştı. Tahmin ettiğimden çok daha koymuştu. Sudan çıkmış balık... 
    Neden inanacaktım Handan'a? Bir kere beni, onca yalvarışıma rağmen kandırmış kadına neden inanacaktım bir kere daha? Handan büyük konuşma cesaretini nereden buluyordu? Aşağı baktım, iki kadın bir köşede, iki adam başka bir köşede konuşmaya devam ediyorlardı. Az önce görünen çocuklar şimdi dakikalardır rölantide bekleyen arabaya binmiş olmalıydılar. 

   "Efendim Handan?" dedi. "Melih ne olur yapma?! Sana söz veriyorum geçecek, bu acı geçecek. Ben geçireceğim. Nasıl olacak bilmiyorum, ama beraber atlatacağız." dedim. Bekledim, cevap gelmedi yine. Ama şimdi "Allah'ım bu acı nasıl geçecek?" de demiyor, susuyordu. Bu suskunluk uzadıkça az önce dinen ağlamam yeniden nüksetti. O sustukça ne yaptığını tahmin etmeye çalışıyordum ve hep bir sonraki saniye kendisini atacağından korkuyordum. O sustukça ben daha çok, daha çok ağlıyordum. Melih, diye bağırdım.

2

    Eve girdiğimde salonda uzanıyordu. Salona uğramaz pek. Kendi odasında takılır, çok gerekmedikçe kapısından içeri girmezdi. Göz altları morarmış, zayıflamış kürdana dönmüş. Yüzü çökmüş. Zorla bakabiliyordu bana. Uzandığı koltuğun yanında bir sehpa, sehpanın üstünde yarısı yenmiş elmalar, bisküviler... Yerde boş poşetler... Hemen yanına koştum. "Oğlum neyin var?" diye sordum. Cevap vermedi. "Melih?! Melih, iyi misin?!" diye telaşla bağırdım. Konuşmayı yeni öğrenmiş gibi "İyiyim." dedi. "Biraz hastalandım. O kadar..."
    Kafam dağılsın, biraz uzaklaşayım diye bir tatile çıkmıştım. Melih'e hemen hazırlayabileceği yemekler pişirip buzdolabına koydum, bütün çamaşırlarını yıkadım; valizimi hazırlayıp çıktım evden. Bir buçuk aydan sonra eve ilk defa geliyordum. Melih'i bu şekilde görünce daha önce gelmediğime pişman olup "Oğlum neden söylemedin, daha erken gelirdim?" dedim. Gözlerini kapattı. "Uyuyacağım anne." dedi inleyerek. Doktora gidip gitmediğini sordum, yine inleyerek gittiğini söyledi. Hastanede bir sürü test yapmışlar, daha sonra psikaytri kliniğine sevk etmişler. Son bir buçuk haftadır sehpanın üzerindeki yarısı yenmiş elmalar dışında bir şey yememiş, her yediğini kusuyormuş. Durmadan titriyor; bazen titremeleri artıyor; dışarıdan görülebilir bir hal alıyordu. Ne yaptıysam bir şey yediremedim. Kusmaktan yorulmuş ve bir şeyler yemeyi reddediyordu. Ama hiçbir şey yemese bile kusar gibi öğürüyor ve mide suyunu dışarı çıkarıyordu.
    Bir iki gün salonda uyuduktan sonra odasına geçti. Odasına geçmesini bir ilerleme olarak görüp mutlu oldum. Psikiyatri servisinden verilen ilaçları tok karna alması gerektiği için, akşamları ilaçtan önce az da olsa bir şeyler yemeye çalışıyordu. Verilen ilaçların ne kadar ağır olduğunu görebiliyordum. İyice sersemlemiş, boşluğa gözünü açarak bakıyordu. Sık sık telefonla uğraşıyordu. Bazen en çok bu zamanlarda titriyordu. Ara sıra salona gelip televizyonun karşısına uzanıp gözlerini kapatıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. Ne yaparsam yapayım ne olduğunu anlatmadı. "Bilmiyorum anne." deyip kapatıyordu konuyu.
    Bir gün banyoya gireceğini söyledi. Bir tıkırtı duydum banyodan, seslendim, cevap vermedi, korkup içeri girdim. Duşakabindeki kovayı fırlatmış suyun altında iç çamaşırıyla duruyor garip hareketler yapıyordu, yanında kalmaya karar verdim. Bana baktı, hiçbir şey söylemedi. Bir süre sonra yanına yaklaşıp dokundum. O sırada ağlamaya başladım. İlk önce yere çömeldi, daha sonra cenin pozisyonunda uzanarak ağlamaya ve titremeye devam etti. Teskin etmek için ne yaptıysam işe yaramadı. Ben sakinleştirmeye çalıştıkça daha çok bağırıyor, daha çok titriyor ve daha çok ağlıyordu. Aklımın yarısını orada bıraktım. Oğlum gözlerimin önünde çıldırıyordu.

3

    Çakmak sesi geldi, ardından derin bir nefes sesi... Sigaranın dumanını dişlerinin arasında hızlı bir nefes çekerek gönderirdi Melih, ciğerlerine. Biliyordum. Onun hakkında kimsenin bilmediği şeyleri biliyordum. Kimseye anlatmadığı şeyleri biliyordum. Onu en iyi ben tanıyordum. Hiç yalan söylemedi bana Melih. Normalde bir insanın kendisine bile itiraf edemediği şeyleri bana anlatabiliyordu ve o bana ne anlatırsa anlatsın onu sevmeye ve onun yanında olmaya devam ediyordum. İşte sonra... Ne olduysa... Olmuştu bir kere... Neyse... 
    Çakmak sesini duyunca artık biraz sakinleşmiştim. Daha sessiz ağlıyordum ve seslenmeye devam ediyordum. Israrla cevap vermemeye devam ediyordu. "Ne olur gir içeri, ayrıl balkondan! Melih... Melih... Melih..."
    "Efendim" dedi.

    Salonda oturuyordum. Oğlum, Melih, içeride kendi odasındaydı. Her saat başı, belki biraz daha kısa periyotlarla gidip kontrol ediyordum. Bazen kendi kendine konuşuyor, bazen bir ceset gibi; ama onun bir ceset olmadığını anlamama yarayan titremelerle uzanıyordu. Saatlerce, saatlerce uzanıyordu. Patronu aramaya başlamıştı, "Melih artık gelsin işe, çok sıkışıyoruz." deyip duruyordu. Bunu ona söyleyince, "Tamam hafta sonu başlayacağım işe tekrar." diye geçiştiriyordu. İşe gitmesini istemiyordum. Ama bir yanım da gitsin istiyordu. Melih işini seviyordu. Çalışmak iyi gelebilirdi.
   Yine kalktım, odasının kapısından baktım, kontrol için. Yatağında yoktu. Çok kısa bir süre panikledim. Neden sonra aklıma balkona bakmak geldi. Perdeyi araladım. Oradaydı. Portatif piknik sandalyesine oturmuş sigara içiyordu. Rahatladım. Sigara içmek ne kadar kötü olsa da bu onun için normalleşme belirtisiydi. Rahatlayıp salona döndüm.

   Oturduğum yerden aşağısı görünmüyordu. İç sesim kulaklarımı tırmalarcasına kurtulmamız gereken bir beden olduğundan bahsediyordu. Kendisini balkondan atmaya benden daha istekliydi. İçimdeki acıyı ve beynimdeki sesi bir an önce susturabilmek için sabırsızlandım, aşağıdaki kalabalığın dağılıp dağılmadığını kontrol etmek için korkuluklara yaklaştım tekrar. Düşüncelerimin sesi o kadar fazlaydı ki hiçbir şey duymuyordum, o yüzden bakmam gerekecekti. Adamlardan biri rölantide çalışan arabanın şöför mahalinin kapısını açmış konuşmaya devam ediyordu. Kadın da az sonra bineceği koltuğun kapısının önüne gelmiş, duruyordu.

    Arabanın içinde oturuyordum. Uykum gelmişti. Normalde bu kadar geç saate bırakmaz beni annem. En geç on dedin mi yatağa! Ama bugün bir değişiklik oldu. Teyzemlere geldik, kardeşim, annem, babam ve ben. Birazdan eve gidecektik. Bir yetişkin adeti olduğunu düşündüğüm "kapı önünde konuşma" bitince gidecektik. Babam yaklaştı arabaya ilk. Kapıyı açtı. Gideceğiz sandım, yerleştim iyice arka koltuğa. Ama nedense binmiyor ve konuşmaya devam ediyordu. Canım sıkıldı çünkü kardeşim koltuğunda çoktan uyumuştu. Pencereden dışarı baktım. İleriden iki tane küçük köpek geliyordu, yanlarında da bir adam vardı. Biraz daha yakınımda bir çöp yığını vardı. Bulunduğumuz yerin karşısında bir apartman vardı. Katlarını inceleye inceleye kafamı yukarı doğru kaldırıyordum. İkinci katta, balkonda biri vardı, gözünü dikmiş bize bakıyordu. Yüzünde sinirli bir ifade, dudaklarında yanmamış bir sigara vardı.

     Kendimi sandalyeye geri attım. Bacaklarımda biriken son takati de intiharıma engel olan bu saçma sapan aileye bakarak kullanmıştım. Dudağımdaki sigarayı yaktım. Saatlerdir, günlerdir sigara içmiyormuş gibi derin bir nefes çektim. O anda yeniden Handan'ı duydum. Bana sesleniyor ve hıçkırarak ağlıyordu. "Efendim?" dedim. "Hadi içeri gir artık, ne olur. Yalvarıyorum sana!" dedi. Sesinde korku, pişmanlık, hüzün ve o an hissedebileceği her türlü duygu vardı. "Söz veriyorum," dedi. "Düzelteceğim her şeyi. Söz. Bana fırsat tanı. Gir hadi içeri." Sigaramdan çektiğim nefesi verirken, boğuluyormuş gibi bir sesle "Tamam,"dedim, "Sigaramı içtikten sonra girerim içeri."

4

    Uzun zamandır ilk defa dışarı çıkacaktı. Patronu artık "Ya gelirsin ya başka birini buluruz." demeye getiriyordu ne dese. O cumartesi, iki haftadan beri ilk defa, Handan, annesi ve iç sesi dışında biriyle konuşmak zorunda kalacaktı. İnsanlara, özellikle kadınların yüzüne bakamıyordu. Her gördüğü kadın aklına Handan'ı ve onun Melih'e yaşattıklarını hatırlatıyordu. Handan dahil hiçbir kadına artık bakamayacakmış gibi hissediyordu. Handan artık onun gözlerine ve omuriliğine çöreklenmiş, kısa saçlı, kem gözlü bir parazitti. Oralarda yuvalanmış ve Melih'in bütün kanını, bütün düşüncelerini ve bütün sevincini emen bir parazit. 
    Adımlarını yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi atıyordu. Köşeyi dönene kadar hiç insanla karşılaşmaması geçici bir şanstı onun için. Ama artık caddeyi ve insanları görüyor, cehennemine doğru adımını atan ruhlar gibi hissediyordu. Her gördüğü insan bir kor parçası olup gözlerini yakıyordu. Kafasını eğdi. Yerlerde bir şey arar gibi durağa yürüdü ve otobüse bindi.
    Kartını okutup oturacağı yere doğru ilerlerken gözleri dolmaya başladı. Bir an bile kendini bıraksa çığlık çığlığa atlayacaktı otobüsten. atlayıp evine, odasına koşacak ve ömrü boyunca o balkonun korkuluğunda intiharla cebelleşecekti. Acısını, bu dünyada yaşanabilecek en ağır acı olarak hissediyordu. 
    Dişlerini sıka sıka, insanlardan kaça kaça, gözleri dola dola vardı iş yerine...

   Sırat köprüsünden, cehennem yangınlarından, tufanların arasından geçmiş de kitabevine öyle gelmiş gibi hissediyordum. Kapıda patron vardı. Beni gördü. "Ooo Melih Bey, hoş geldiniz!" dedi alaycı bir ifadeyle. Yüz kaslarımı 500 kilo kaldıran bir halterci gibi zorlayarak gülümsemeye, kafamı kaldırıp ona bakmaya çalıştım. Gözlerim bir kere daha doldu. Beni biri kurtarsın diye yalvarıyordum. Biri kapatsın, çeksin bütün acılarımın fişini; kim unuttuysa beni bu cehennemde, tutup çıkarsın artık istiyordum. Çok çaresizdim. Bir şekilde üstümü değiştirip çalışmaya başladım. 
   İşim müşterilere kitap danışmanlığı yapmaktı. İnsanlardan en uzak kalmam gereken zamanda, onlarla en fazla muhatap olacağım mesleğime geri dönmek zorunda kalmıştım. Biri bir kitap soracak olsa, irkiliyor, ondan kaçarak uzaklaşmamak için çok zor tutuyordum kendimi. Cevap verecek olsam, kelimeler boğazımda düğümleniyor, gırtlağımdan bir şekilde geçmeyi başaran kelimeler ağzıma uğramadan gözlerime doğru koşuyor ve gözyaşı olarak birikiyordu göz pınarlarımda. Çok dayak yemiş çocukların el kaldırılınca korkup kendini korumaya çalışması gibi, her insan yaklaştığında kendimi onlardan koruma dürtüsü hissediyordum. Bütün insanlar ve özellikle kadınlar, hepsi birer Handan olmuş, beni mahvediyordu. Ben hiçbirinden kurtulamıyordum. En sonunda içeri, depoya kaçmaya başladım. Üç dakika insanların yanında duruyor, beş dakika ortalıktan yok oluyordum. Handan aklıma ne zaman gelse boş midemi kusmaya başlıyordum ve o, etrafımdaki her insanın kılığına girmiş, kusmam için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Gittikçe zayıflıyor, karnım sırtıma yapışıyordu. Daha önce dar geldiği için uzun zamandır giymediğim pantolonlarım, karnımda kemerle bile zor duruyordu. Kendi içime çöküyordum. Evrende bir an var olup genişleyen ve daha sonra daralarak kara delikler oluşturan yıldızlar gibi, kendi içime; kendi kara deliğimi oluşturmaya doğru çekiliyordum. Bakışlarım, aklımdan geçenler o kadar karaydı ki sırf bir daha görüp Handan'ı hatırlamamak için bütün evreni, içindeki bütün insanlığı bile yutabilirdim. Artık kusmak ve artık titremek istemiyordum. Ölesiye, öldüresiye yorulmuştum bundan. Sırf bu yüzden bile o balkona geri dönebilirdim. 
    Tüm bunları aklımdan geçiriyor, titreyen bedenime ve içimdeki düşüncelere hakim olmak için saçlarımı gizlice yoluyorken bir ses duydum: "Pardon, kitabı size mi danışıyoruz acaba?"

    Onu ilk defa gördüğümde, kasada, bir bilgisayarın başında dalgın dalgın bir şeyle uğraşıyordu. Kasaya geldim, satın alacağım kitabı uzattım. Yüzüme bile bakmadan işlemimi yaptı, yerine tekrar geçti. Bense gözlerini, saçlarını, kulağındaki küpeleri günlerce aklımdan çıkaramamıştım. Onu tekrar görmeye korkuyor, ama görmeye gitmediğim her an için kendime kızıyordum. Okulda kızların beni cesaretlendirdiği bir gün tekrar gittim kitabevine. Bu sefer ortalarda dolaşıyordu. Ben de onu uzaktan izleyerek tanışıp konuşmak için fırsat kolluyordum. Sonunda bu fırsatı ve cesareti bulamayacağımı anlayıp bilgisayarlardan birinin üzerine bir not bırakıp çıktım. Yol boyunca yaptığımın çok saçma bir şey olduğunu düşünüp durdum. İyi hatırlıyorum, hem kendime kızıyor hem bıraktığım kağıdın eline ulaşmış olmasını deliler gibi istiyor, hem de göz ucuyla telefonumu belki mesaj atar diye kontrol ediyordum. Sonunda geceye doğru bir mesaj geldi. "Merhaba."
    İşte o mesajın üstüne neredeyse bir yıl geçmişti. Çok dengesizdi Melih. Ne seviyor ne sevmiyordu. Hem seviyor, hem sevmiyordu. Bana sarılıyor, sarıldığı zaman kokumu içine çekiyordu. Bunu görünce seviniyor; birkaç dakika sonra duyduğum "Hayat senin Destina, istersen başkalarıyla sevişebilirsin." cümlesi bütün, bütün büyüyü bozuyordu. 
    O gün nedense aklıma geldi. Uzun zamandır görmüyordum Melih'i. Küçük bir kavga etmiştik ve kopmuştuk o zamanlar birbirimizden. Görmek istedim onu. Melih beni sevmiyor olabilirdi, ama ben onu seviyordum. Bu, oraya gitmek için yeterli bir sebep gibi göründü gözüme. Kitabevine gittiğimde bir bilgisayarın başında, dirseklerin masaya dayamış saçlarını yoluyordu. Yanaştım, biraz korkulu, biraz sürpriz yapacak birinin heyecanıyla "Pardon, kitabı size mi danışıyoruz acaba?" dedim. Ellerini saçından çekti, kafasını dizlerime doğru çevirdi. Çok, çok kısık bir sesle "Buyrun." dedi. O an fark ettim zayıfladığını. Bir deri bir kemik kalmıştı. Göz altları şişmiş, saçları darmadağınıktı. İçimde bir acı duydum. "Sanırım, uyuşturucudan..." diye düşünmüştüm. Çünkü en son konuştuğumuzda bir yerden yüklü miktarda para bulduğunu ve hepsini haplara verdiğini söylemişti.Yavaş yavaş kafası yukarı, yüzüme doğru kalktı. Gözlerime baktığı anda gözleri doldu. Diz çöktü önümde, dizlerime sarıldı. "Destina... Destina... Destina öldür beni. Ne olur Destina..." diyerek ağlamaya başladı.

   Ses tanıdıktı. Ama gözlerimdeki Handan isimli parazit, yüzüne bakmamı engelliyordu. Bedenimi ona çevirdim. Gözlerimi dizlerine sabitledim. Bu sefer harflerden küçük bir grubu, gırtlağımdan gözlerime kaçırmadan yakaladım: "Buyrun?". Yine de ölesiye sessizdi harfler. Neden sonra "Buyrun" kelimesinin cesaretiyle tanıdık sesin sahibini öğrenebilmek için kafamı yüzüne çevirdim. Destina... Hiçbir şeyim, Destina... Hangim, Destina...  O an karar verdim, artık bir şeyim olmalıydı bu kadın: Katilim. Mantıklı gibi geldi. Titreyişim arttı, ayaklarımın takati tükendi, dizlerimin üstüne çöktüm, dizlerine sarıldım. "Destina... Destina... Destina öldür beni. Ne olur Destina..." diyerek ağlamaya başladım. Bunu o kadar içten istiyordum, o kadar içten yalvarıyordum ki Destina'nın ne dediğini duymuyordum. Beni boğazlayana kadar ya da kafama sıkana kadar; hatta yakarak öldürene kadar yalvaracaktım. Bir süre sonra o da çöktü yanıma, sarıldı bana. Sarılarak ve ağlayarak adımı tekrarlıyordu. O sessiz ağlıyor, ben boğazımı yırtarcasına "Öldür beni Destina, ben nasıl yaşayacağımı bilmiyorum." diye bağırıyordum. Herkes başımıza toplandı. Destina beni kaldırdı, arkaya gittik, terasa. Bir sigara yakıp bana verdi Destina. Bir süre sonra sustum. Sigaranın ortalarına doğru yeniden titremeye başladım. İlk önce sessizce, sonra bağıra bağıra istedim beni öldürmesini. Yere çöktüm. Çok uzun süre o sessizce ağladı, ben onu ısrarla katilim yapmaya çalıştım.

    Üst üste defalarca sigara içtik. Melih bir susuyor, bir yalvarıyordu bana onu öldürmem için. O yalvardıkça ben ağlıyordum. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Bir insan sizden kendisini öldürmenizi istese, ne yapardınız? Üstelik ona aşıksanız... Bir çocuğun şekerini istemesi gibi içten istiyordu, görüyordum. Ne oldu diye soramıyordum. Duyacaklarımdan korkuyordum.
     Zaman ilerledikçe ve artık sigaralar boğazımızı yakmaya başladıkça Melih, daha uzun aralıklarla yalvarıyordu. Sessiz olduğu bir an "Hadi gidelim." diye tuttum kolundan, kaldırdım. İlk önce evine götürüp bırakmaya karar vermiştim. Melih hakkında bir çok şey biliyordum ama evini bilmiyordum. Ona soramazdım. "Beni öldür"den başka bir şey söylemiyordu. Kendi evime götürmeye karar verdim yolda.

  Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Yürümeyi yeniden unutmuştum. Yanımda Destina olmasa, olduğum yere çökecek ve ölene kadar da orada kalacaktım. Bir an, çok küçük bir an kabul ettiğini ve beni öldürmeye gittiğimizi sandım. Bu kadar rahat ve huzurlu hissettiğim başka bir an var mıdır, bilmiyorum.

5


    Evimin kapısından girerken, "Teşekkür ederim." diye fısıldadı Melih.

    Bir eve götürdü Destina beni. Kapısından girerken gerçekten beni öldüreceğini sandım, "Teşekkür ederim." diye fısıldadım. Fısıldadım, çünkü fazlasını yapamıyordum.
   Odalardan birine soktu beni. Salondan geçerken ev arkadaşına çarptı gözüm yanlışlıkla. Handan, gözlerimden içeri, yırtarcasına girdi, mideme yerleşti ve daha odaya girer girmez, yolda içtiğim suyu yere kustum. Bir an durdu Destina. Pişman mı olmuştu beni getirdiğine, yoksa ne yapacağını mı düşünüyordu anlamadım. Hiçbir şey söylemeden beni bir yatağa yatırdı. İlk önce sırtüstü durdum. Vücudumun, okyanusun ortasında bir tahta parçasına uzanmışım gibi sallandığını hissettim. Sonra sağ tarafıma Destina'nın bulunduğu tarafa döndüm.

  Salonda oturmuş, bilgisayarımın masaüstünü düzenliyordum. Uzun zamandır ne bulduysam atmıştım. Klasörlerden arka plan görünmüyordu. Destina evde yoktu. Kendime içecek bir şeyler yapmak için mutfağa gitmek istiyordum; ama üzerimde karşı koyamadığım bir uyuşukluk vardı. Ayrı ayrı klasörlerde duran fotoğrafların hepsini tek bir klasörde topluyordum. Tam ana klasörün adını değiştiriyordum ki kapı açıldı. Salonun kapısından kimin geldiğine baktım. Destina bir adamın koluna girmişti. Gözleri yarı açık, Destina'nın kulağına eğildi bir şeyler fısıldadı. Melih'in yanına gitmişti. Eve getirdiği adam, Melih'e benzemiyordu nereden bileyim? Hiç böyle anlatmamıştı Destina bana. Yanımdan geçen, geçerken göz göze geldiğimiz bu adam, oldukça zayıftı. Bir müptezel gibi, bir sarhoş gibi duruyordu. Gözlerinin rengini görmeseydim inanmazdım Melih olduğuna.
    Odaya girdiler.

  Yanıma oturdu. Elini yüzüme koydu. O an anladım beni öldürmeyeceğini. Bana göre çok çok küçüktü Destina. Bir çocuk sayılırdı. Devletin "erişkin olma sınırı" dediği yaştan bir iki yaş büyüktü, ama yanımda çocuk sayılırdı. Elini yüzümde gezdirdi. Öyle şefkatli dokundu ki gözlerimi açıp yüzüne baktım. Parmaklarının ucundan yanaklarıma geçen şefkatin katbekat fazlası gözlerinde parıldıyordu. Bir çocuğa göre çok fazlaydı.
    Beni o şekilde bırakıp ayrıldı odadan. Sakinleşmiştim. Tekrar odaya geldiğinde uyumuş olacak kadar...

     Odaya girdiğimde Melih uyumuştu. Ayakta bir süre izledim. Gerçekten zayıflamıştı. Yatağın bana yakın tarafında, yüzü bana dönük bir şekilde uyuyordu. Yatağın etrafını dolanıp arkasına geçtim, uzandım. Sevdiğim adamla yatarak geçirdiğim ilk anlarımın böyle olacağını tahmin edemezdim. Sırtüstü tavana bakıp bunu düşündüm bir süre. Daha farklı hayal etmiştim. Ben bekaretimi ona verecek, daha sonra da sarılarak uyuyacaktım. Şimdi beni katili yapmaya çalışmış, deliliği gözlerinden fışkıran bir adamla aynı yataktaydım. Kader işte...
    Bir süre daha düşündükten ve bu yaşadıklarımızın kader olduğuna iman ettikten sonra Melih'in arkasına yanaşıp sarıldım ona. Uyanır gibi oldu. Sonra daha fazla küçülerek cenin pozisyonunda kucağıma sokuldu. Daha sıkı sarıldım. Titreyişini durdurur gibi...

6

   Gecenin ilerleyen saatlerinde bir çok kez uyandılar. Bazen aynı anda uyandılar; bazen sadece Melih, bazen sadece Destina. İkisinin de uyandığı bir zaman birbirlerine döndüler. Destina gözlerini kapatıp dudaklarından öptü Melih'i. Bir on beş saniye öpüştüler. Sonra Melih kafasını önüne eğdi, titremeye başladı. Destina'nın boynuna sokuldu, Destina'ysa daha önce kimseye yapmadığı kadar sıkı sarıldı. Melih'i hiç kimse böyle sarmamıştı. Bunu aklından geçirdi. Bir süre böyle uyudular.

    Melih yaşından beklenmeyecek kadar çocuktu.
    Destina, yaşından beklenmeyecek kadar anaç...

   Melih uyandı sadece. "Destina" diye fısıldadı, "Ne yapalım, kaderimde sen varmışsın. Destina, kaderim, her şeyim. Hem can verenim, hem katilim."

    Destina uyandı sadece. "Melih" diye fısıldadı. "Sevgilim."

    Melih "Sevgilim" kelimesini duyar duymaz gözlerini açtı.

    Ömrü boyunca bu kelimeyle uyanacaktı.

7 Ocak 2018 Pazar

Hafıza

Sen benim çocukluğumdun,
Beyaz yakali,
Tebeşir lekeli,
Mavi önlüğüm…
Cebimde ki misketlerdin, ütüldüğüm...
Muhitimin en şaşalı,
Katranı koyu,
Soğuğu kuru...
Bulanık bir anı şimdi bu,
Gördüğüm,
Nice psikologları ağlatmıştır ayrıca;
Bu hayret,
Şu gaflet...
Bin yanıp, bir söndüğüm...
İlkinin fazlasıydın, yöresel bir türkünün pırangası...
Okuduğum bütün kitapların kaldığı yerden devamıydın…
ve sonsuzdu, ayracı…
Sonra Allah'a ısmarladık herkesi...

Bir garip vedaydın...
Salgın bir vebaydın..
Sessizlikten kırılan sırça bir saraydın,
“Boşver” diyordum, nazardandır…
Hem kem göz vardır.
Aşk varsa acı da vardır...
Aşk varsa, acı!
Batıl bir depremdi canıma kıydığım...
Hey canına yandığım...
Öznesiz, özlemsiz...
Sanrıdır...
Seraptır...
Yaradır…
Yalandır...

6 Ocak 2018 Cumartesi

Aynı Kadına Aşık

Bir aşk acısına 
İstemeden yürek misafiri oldum, 
Apansızın...
Uzaklara gitti bir anda, 
Buradan çok çok uzaklara... 
Ne olduğunu anlamadan, 
İnan bana apansız...
Hangi tutku boğdu beni,
Hangi aşkın peşinden geldim buralara kadar,
Birdenbire... 
Anlamadım... 

Sırrımı ifşa ediyorum,
Biliyorum.
Bir aşka tanık oldum, 
Bitmiş gibiydi.
Ama ortak hayaller canlıydı hala.
Kadın rujunu biraz fazla kaçırmış, 
Adam, 
Aşk acısını taşıyordu dudaklarında...
İnan bana, 
İstemeden, 
Apansızın...

Kadın, 
Adamın içinden bakıyordu uzaklara, 
Delip geçiyordu bakışları…
Adam inadına seviyordu,

Kadın da... 

İnan bana, 
Apansız, 
Ben de seviyordum..
Üstelik, 
Nesnesi değildim kadının kurduğu cümlelerin.

Sonunda dayanamadı, 
Bağıra bağıra sevdi
Ve yalvardı adam... 
Sessiz kaldı kadın, 
Konuşmayı yeni öğrenmiş bir çocuk gibi 
Sadece "UMARIM" dedi...

Akrostişlere konu olmuş bir çocuk 
Dillendi birden... 

Yüreğimi de alıp çekildim bu aşk acısından... 
Karşılıklı çekilen aşk acısının ziyareti 
Kısa olurmuş zira...

İnan bana apansızın, 
inan bana...

Rengi Solmuş Bir Fotoğraf

İnsan kendi resmine acır mı hiç?
Gözlerimi gördüm ilk, "yetiş namazım kılmaya, seni seven öldü gel gel" çalıyordu, bir garip oldu içim... Bütün gün yürümüşüm... Annemi sarmışım ama, güvendeyim yani... Hiç bilmediğim bir şehirdeyim, Konya'da, hani biri adres sorsa bilmiyorum. Yadırgamışım bu durumu çok belli... Bütün renklerinden uzağım dünyanın üstelik... İzin verseler bir koşu kaçacağım portakal çiçeği kokularına. 
Nerden gelmişim, nereye gidiyorum hiç bilmiyorum. Bütün iklimleri karışmış ömrümün, en nemli yerde uyanıyorum en karasal yerde tekrar uyuyorum; dudağım yara bere dolu... Her uyandığında nerede olduğuna şaşıran, "Biz ki şehirler arası yollarda ömürlerini tüketenler" diye bağıran, hem de gecenin köründe hem de sarhoşken üstüne üstlük, yarım adamça... Yani adama benzer bir adam... Yani kursağında kalmış tüm hevesleri, eksik kalmış, yüreği kayıp, yorgun ruhu hep uykuda...

İnsan kendi resmine serenad yapar mı hiç?