23 Temmuz 2016 Cumartesi

Bu Bir Gündem Yazısıdır

1.

Normalde hüzünden korkmam. Tutunamamak'ın da bir tercih veya bir sonuç olduğunu kabul etmiştim yıllar önce. Bu halin de en az mutluluk kadar normal; insanların bir diğerini hüzünlü görünce teselli mecburiyeti hissetmesinin gerizekalılık olduğunu düşünürüm. Teselli etmelerini değil dikkat et, teselli mecburiyeti hissetmelerini. 

O gün korktum hüznümden. Yalnız olsaydım korkmazdım. Ama bu hallerimi asla kaçırmayan bir grup orospu çocuğu konuşlanmıştı yine zihnime. Pusucu götverenler. Biri cinayet fısıldıyordu kulağıma, biri müntehir etmeye çalışıyordu beni: Nereye kadar, diyor, nereye kadar karavana? "Artık anlamıyor musun, sen teksin."

Beynimin her kıvrımına; ateşin ve okun icadından önce, günlerce kovaladığı ceylanı sonunda alt edip pişirmeden yiyen büyük dedelerim ve büyük kuzenlerim gibi dişlerini geçiren bu soysuzları susturabilmek için çeşitli şeyler yapmaya çalışıyordum. 

Lafı uzatmaya gerek yok. Susturamadım. Susturma çabalarımdan birinde bir şarkıyla karşılaştım, ilgincinden adı olan bir müzik grubunun ilk defa duyduğum bir şarkısı. Gerçi hiçbir şarkısını bilmiyorum, ilk duyduğum şarkısı bu. Susturamadığım sesleri sarhoş ederken dinlenecek bir şarkıymış gibi geldi. Şarkı güzel. Şarkıda bir şey, yüzleşmemi sağlıyor kulağıma fısıldanan şeylerle. 

Şarkının üçüncü tekrarında, takribi yine üçüncü kadehe denk geliyor bu, bacak bacak üstüne atmış, bir elimle ensemi ovuşturuyorum. "Böyle oluyor işte her maceranın sonu, beynimi uyuşturmaya çalıştığım anlar" diyorum kendi kendime ve zihnimdeki, alkolün de etkisiyle konuşmalarında sarhoşluklar duyduğum bu orospu çocuklarına. "Kabul et artık ve siz de kabul edin. Tilki kürkçü meselli... Hepsinin sonunda oturup hep beraber uyuşturuyoruz bu bedeni. Hepsinin sonunda dönüp bütün intikamı bu bedenden alıyoruz."

Odam küçük, odamda tek kişilik bir kalabalık bağıra çağıra konuşuyor, Odamda rahat nefes alamıyorum. Balkonda konuşlanıyorum, hava serin.



2.

Yıllar önce konuştuğum bir abi vardı, Saim Abi. Nasıl tanıştığımızı pek hatırlamıyorum şimdi. Bir kadından bahsediyordu sürekli: "Sikti, ebemi sikti. Yalnız beni sikse yine iyi, binlerce insanı öldürdü."

Bir sevgilisi varmış Saim Abi'nin. Mutluymuş. Askere gittiğinde bile firarı düşünmüş yüzünü görmek için. Bu hikayeyi iyiden iyiye "saf Anadolu delikanlısı - burnu havada asi kız ilişkisi" hikayesine dönüştüren olay, 95 yılının Temmuz ayında yaşanmış: "Seni artık sevmiyorum Saim; başka birini seviyorum."

Seni artık sevmiyorum Saim; başka birini seviyorum. Bu hikayeyi anlatırken bu cümleyi ne zaman söylese, en az iki kere tekrar eder, duraksar, sonra o an ne içiyorsak büyükçe bir yudum alır, anlatmaya devam ederdi:

"Ne yapacağımı bilemedim, aklıma gelen küfürlerin bini bir para! Ama, dilime gelmiyor bir türlü nedense. 'Senin ağzını yüzünü sikerim lan, ne demek sevmiyorum!' diyorum içimden, dışımdan da 'Senin ağzın neler diyor böyle Şule?' diyebiliyorum. 'Kimmiş o senin orospu aklını çelen orospu evladı?' diyecek oluyorum, 'Neyimi beğenmedin Şule?' çıkıyor ağzımdan. Öyle bir haldeyim. Neyse... 'Hadi herkes kendi yoluna.' dedi, kalktı masadan. Biraz oturup ben de kalktım. Akşama kadar dolandım, Niğde kazan, ben kepçe. Oturdum televizyonun başına, ses olsun maksat, kendi sesim çıldırtacak beni yoksa. Haberler var. Srebrenitsa diye bir yerde kıyım olmuş, Binlerce insan öldürmüşler. Beni siktin bıraktın hadi tamam, binlerce insandan ne istiyorsun lan!"

Olan o an mı olmuş, yoksa Şule'nin başka birini söylediği an mı bilmiyorum, sıyırmış Saim Abi. 11 Temmuz 95'te, Balkanlarda bir yerlerde gerçekleşen bir katliamın tüm suçunu Şule'ye yüklemiş. Bu kadınlar hep böyle, demiş o günden sonra herkese, "Birini öldürmekle rahatlamazlar, isterler ki katliam olsun."

Her yıl 11 Temmuz'da anma günü düzenler olmuş sonraları:

"Orada ölenleri en iyi ben anlarım. O katliamda ilk ben öldüm. O gündür bugündür, unutulmuş cesetler gibi yatıyorum hala."



3.

Normalde hüzünden korkmam. O gün korktum hüznümden...

O gün gözümü ilk açtığım andan elimi telefona atana kadar geçen mahmur ve sersem o birkaç dakika, diğer sabahlar gibi normaldi. Ne olduysa ondan sonra oldu. Normalde, "Günaydın sevgilim, bugün ne yapıyoruz?" yazması gereken mesajda şöyle yazıyordu: 

"Olmuyor artık. Denedim olmuyor. 'Son şansım sensin, son atımlık kurşunum vardı, sana denk geldi. Son bir kere daha deniyorum seninle yaşamayı.' dediğin zamanı hatırlıyor musun? Biraz konuştuk diye kendi kendine gelin güvey oldun. İşte ben o gün seni reddetmekten korktum. Seni seviyormuş gibi davrandım. Yoksa ben hala Turgay'a aşığım ve sanırım onu sevdiğim kadar kimseyi sevemeyeceğim."

Tanıyorum Turgay'ı. Yani biliyorum. Birbirimizi tanımaya başladığımız zamanlarda, geçmişten konu açıldığında anlatmıştı nasıl biri olduğunu. Ama üstüne çok zaman geçtiğini, artık hiçbir şey hissetmediğini... Bu yüzden sadece isim vermekle yetinmişti, "Turgay'a aşığım" diye. Bu yüzden "Başka birine aşığım" demeden direkt isim vermişti.

"Bu ne demek oluyor böyle?" yazdım. Uzun süre cevap yok. Aradım açmadı; tekrar aradım, cevap yok. Aradım, meşgule aldı. Bekledim. Mesaj yok. İçimden yalvarıyordum, "Ne olur biraz daha dene, seveceksin beni, sana unutturacağım herkesi. Beni sevmeye çalış." diye. Ama küfür yazdım mesaja, aklıma gelen tüm küfürleri... Fazla yaratıcı olmadan, direkt, yan yollara sapmadan sövdüm. "Nankör köpek" diye yanıt verdi, "Ben yokken it gibi yaşıyordun. Benim sayemde düzeldi hayatın, benim sayemde bıraktın müptezelliği. Şimdi küfür mü ediyorsun bana? Yazma hiçbir şey, bu küfürlerden sonra olacağı varsa da olmaz artık."

Dibine kadar haklıydı. Ondan önce cebimdeki paraya göre uyuşturuyordum kendimi. Uhu kokladığım da oluyordu, LSD ile seslere dokunduğum da. Ama atladığı bir şey vardı. Beni düzelten o değil, bizzat ben düzeltmiştim kendimi. Son bir kez deneyeceğim düzgün yaşamayı, demiştim. Son bir kez vereceğim kendimi birine, son bir kez güveneceğim. Düzeleceğim, demiştim kendi kendime; kendisi atladı son atımlık kurşunumun önüne. Şimdi de "Çelik yeleğim vardı üstümde." demeye getiriyor, "Yoksa ben hala Turgay'a aşığım" demekle. 

Birkaç küfür daha yazdım, yalvarmak değil küfretmek geçiyordu içimden. Sonra çıktım evden. Ankara kazan ben kepçe, akşama kadar dolandım durdum. Hiçbir yere varamadım, hiçbir yer sığmadı beni.



4.


Normalde hüzünden korkmam. Tutunamamak'ın da bir tercih veya bir sonuç olduğunu kabul etmiştim yıllar önce. Bu halin de en az mutluluk kadar normal; insanların bir diğerini hüzünlü görünce teselli mecburiyeti hissetmesinin gerizekalılık olduğunu düşünürüm. Teselli etmelerini değil dikkat et, teselli mecburiyeti hissetmelerini. 

O gün korktum hüznümden. Son bir kaç aydır yalnız olsaydım korkmazdım. Çünkü bana yaşamı fısıldayan, yaralarımı sahiplenen ve ayık kafayla da yaşanabileceğini kanıtlayan bir sevgilim vardı. İçime saplanmıştı yaşama gücü. Çünkü o olmasaydı ölüm korkum olmayacaktı. O gün hüznüme yenik düşüp kendimi öldürmekten korktum. Çünkü zihnime yuvalanmış o pusucu götverenler, bana cinayet ve  intiharı fısıldıyorlardı.

Sonrası malum... İçimdeki herkesi ve bizzat kendimi sarhoş etmek için içmeye başlıyorum, ilginç adı olan müzik grubunun şarkısı eşliğinde. Ter basıyor, hava serindir diye balkona konuşlanıyorum.

Uçak sesleri başlıyor birden. İlk başlarda kimsenin umrunda olmuyor. Çok sık olmasa da bazen F-16 sesi duyulur Ankara'da. Bu yüzden kimse kafasını kaldırıp bakmıyor bile. Ses kesiliyor. Sonra bir daha... Bir daha ve bir daha... Alışık olmadıkları kadar çok ses duyan Ankaralılar balkonlardan sarkıp havaya doğru bakıyor. Ben de sadece onlara bakıyorum. Onlar havada dönen şeyleri anlamaya çalışıyor gökyüzüne kaldırdıkları başlarıyla; bense, bir gözüm onlarda, şarkının en sevdiğim cümlesini anlamaya çalışıyorum hoparlöre doğru yaklaştırdığım kulağımla. Biten kadehimi doldurmak için içeri girdiğimde anlıyorum havadaki hareketliliğin sebebini ve mutfaktaki televizyonun karşısına konuşlanıyorum  bu sefer.

15 Temmuz 2016'da, Ankara'da, terk edildiğim sabahın gecesinde bomba yüklü uçaklar, helikopterler dolaşıyor. Şarkının sesini biraz daha açıyorum. Ölüm haberleri geçmeye başlıyor altyazıdan. Darbe diye adlandırdıkları bir katliamı izlemeye başlıyorum, sesi kısık televizyonumdan. Meclis'i vuruyorlar. Meclis'i bir daha vuruyorlar. Meclis'i vuruyorlar ve ben televizyon'dan izliyorum burnumun dibindeki yerin vurulmasını. Sesi dışarından geliyor patlamaların, sonra da televizyondan görüntüsünü izliyorum. Meclis'i vuruyorlar. Ölüm haberleri gelmeye devam ediyor. İlk belirlemelere göre yüz altmış bir ölü var, diyorlar. Aklıma Saim Abi geliyor. Acı acı gülümsüyorum. "Yoksa ben hala Turgay'a aşığım." diye tekrar ediyorum içimden iki kere. Kadehten büyük bir yudum alıyorum. Sonra "Beni siktin bıraktın hadi tamam, bu kadar insandan ne istiyorsun lan!" diye bağırıyorum.


5.


Toplamda iki yüz kırk kişinin öldüğünü söylediler birkaç gün sonra. Bense o gün bu gündür, unutulmuş bir ceset gibi yatıyorum hala.

10 Haziran 2016 Cuma

Hadi, dedi. Kalk. Durmayalım burada. Bu odada, bu müzik çalarken, bu fotoğraflar sağında solunda, her yerdeyken. Kalbin birilerinin elindeyken ve o birileri emanete ihanet etmekle meşgulken, böyle oturamazsın. Kaçmalısın. Kafanı rahatlatmalısın. Düşüncelerden uzaklaşmalısın.

Üstümü giyinip çıktım. Akşamüstüydü. Sonradan caddeleşmiş, ama cadde diye bildiklerimizden fersah fersah uzak bir görünüme sahip bir sokaktan geçiyordum. Bomboştu. Arabalar sağlı sollu park etmişti sokağa.

Zaman, dedi. 

Dışarı çıktık işte, ne zaman susacaksın sen, diye bağırdım.

Zaman, dedi tekrar. Akıyor. Bu akışı etrafınla etkileşim kurarak anlayabiliyorsun. Hiç ışıklı veya hep ışıklı, bomboş ve penceresiz bir odada zaman akmaz. Orada zaman yoktur. Orada sen varsın. Senin düşüncelerin var. Ve sen, bir insan olarak, bir saniyede düşünüp bitirdiğin şeyleri saatler sürüyor zannedebilirsin. Bu sizin türün zayıflığı... İç ses mekanizmanızın güvenlik açığı... İşte tam da bu yüzden bu odada, yoğun düşüncelerle geçen 5 saniyeyi 5 saat, dingin bir 5 saati 5 saniye olarak algılayabilirsin. Çünkü etrafında etkileşim kurabileceğin tek kişi sensin ve sen de 5 saniyede binlerce koyunu binlerce kurda, saatlerce kovalatabiliyorsun. Üstelik doğanın hiyerarşisini işletmeden: kurtlar kovalamaktan asla yorulmuyor ve bu koyun sürüsünün "en zayıf halka" diye bir kavramdan haberi yok. Hepsi çok hızlı, hepsi yan yana koşuyor.

Park etmiş arabaların arkasında bir yer kestirdim gözüme. Oraya oturup zamanı durduracaktım. Sokakta etkileşim kurabileceğim tek bir şey bile yoktu. Rüzgar yoktu. Olsa bile yapraklarını sallandırıp bu hareketle bana zamanı hatırlatacak tek bir ağaç bile yoktu. 

Burası iyi, dedim.

Burada zamanı durdurabilirim ya da en azından bu kadar hızlı aktığını görmem, dedim.

Sen yeter ki sus, dedim.

Yere rahat oturmak için pantolonumu dizlerimin hemen üstünden yukarı doğru çekiştirdim. Kıçımı yere bırakmak üzereyken, önümde park etmiş arabalardan göremediğim, ama orada olduğuna bu sokaktan binlerce kez geçtikten sonra emin olduğum manav dükkanından bir müzik sesi gelmeye başladı. Ben daha otururken yavaşlamaya başladığını düşündüğüm zamana dokunarak eski hızına tekrar getirdi onu.

Bana bakıp güldü. Sadece güldü ve ben dişlerini dökmek istedim. Suratını dağıtmak istedim. 

Kalktım, yürümeye başladım. Yakınlardaki bir kütüphaneye gittim. Gidebileceğim tek yer orasıydı, bu yüzden gittim. En arkaya oturdum. Kitap okuyacak durumda değildim. "Neden buradayım" diye sorgulamaya başladım oturduğum anda.

Durma, dedi. Kalk. Durdukça ezilecek kalbin. Sevginin anlamını bilmeyenler, parmak izlerini bırakacak kalbine. Suratına bakıp upuzun dilleriyle göz göre göre yalan söyleyecekler sana. Hepsi. İstisnasız hepsi. Sen de yalan söyleyeceksin upuzun dilinle ve göz göre göre. Herkes herkese yalan söyler. Herkes herkesi aldatır. Sen de farklı değilsin.

Sen de değilsin, dedim. Dünyada herkes konuşur. Sen de konuşuyorsun. Sus.

Kalbim eziliyordu. Kalktım. Kimse ne yaptığımı sorgulamadı. Küçük bir baş hareketiyle herkesi selamlayarak girdiğim ve önceden planlamış gibi oturduğum masadan aniden ve henüz kısa bir süre geçmişken kalkmam kimsenin dikkatini çekmemişti. Aynı baş hareketiyle vedalaştım herkesle. 

Kalabalıkta olmam gerektiğini düşündüm. Bir kaç kişiyi aramayı ve "Gelin bana saçma hayatlarınızdan, saçma hayallerinizden bahsedin." demeyi... Kısa bir sürede yanımda olacak arkadaşlarımı aradım zihnimde. Hepsi başka bir şehirde kalmıştı. Yıllar önce, hayatımdaki her şeyin suçunu bir şehre atarak ayrılmıştım ben oradan. Geldiğim yerde daha mutlu olacaktım. Daha dingin... Gömme dolaplardan çıkan kamyonların farları gözümü almayacaktı. Böyle bir planım vardı. Kaçacaktım her şeyden.

O kadar zamanın yok, dedi. Kalabalık güzel fikir. Ama kalabalığın sana gelmesini bekleyecek kadar vaktin yok. Başka bir şeyler düşünmelisin.

Sus, dedim. Çok emrivaki konuşuyorsun ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Ayrıca neden gülüyorsun?

Yine güldü. Yine dişlerini kökünden söküp her birini, bana bakan gözlerine saplamak istedim.

Haftasonları çalıştığım iş yerine gitmeye karar verdim. Yeterince kalabalık ve yeterince arkadaştılar. Yeterince bahsedebilirlerdi bana. Ana caddeye çıkıp dolmuşa atladım. 

Sakalını kes, saçını da kızıla boyat, dedi. Değişiklik olur. Hayatında bazı şeyleri değiştirmek istediğini ilan etmiş olursun herkese. Ama bu ilan-ı tebdilatı anlamayacaklar. Çoğu, kızıl saçın seni palyaçoya çevirdiğini düşünüp arkandan kahkaha atacak. Kızıl saç, seni gerçekten de komik duruma getirecek ve gerçekten de bir palyaçoya benzeyeceksin. Olsun. Sen sakalını kes, saçını da kızıla boyat.

İş yerine vardım. Herkes hafta içi durgunluğundan muzdarip. Beni gördüler. Canları sıkılıyordu. Zaten konuşacak birilerini arıyorlardı. O gün, ben gelene kadar çoktan anlatıp tükettikleri şeyleri yeniden anlatacak yeni birilerine ihtiyaç duyuyorlardı zaten: Kuaför gününden bahseden kadınlar... Yeni çıkmış kitaplardan bahseden kitapçılar... Bir dakikada on bir bin yedi yüz yirmi beş kelime okuyabilen, bu alanda dünya rekortmeni olan on yaşındaki çocuktan bahseden adamlar...

Nasıl, biraz daha iyi geldi mi kalabalık, diye sordu. Yine gülüyordu.

Kalbim eziliyor, dedim. Kaçamıyorum. Ne sen susuyorsun ne ben mutlu olabiliyorum.

Uzaklara gitmelisin, dedi. Nepal'e... Kırım'a... Van'a... Ordu'ya taşınmalısın. Bu şehirdeyken... Kendini Aralık zanneden bir Haziran'dayken... Böyle yaşayamazsın. Kaçmalısın. Kafanı rahatlatmalısın. Düşüncelerden uzaklaşmalısın.

O anda anladım. Kendimi de götürdüğüm bütün gidişler, koşu bandında adım atmak gibiydi. Kaçmam gereken tek kişiydim. Dünyada kaçamayacağım tek kişiydim. Nereye gidersem ben de gelecektim yanımda. Hiçbir şey değiştirmeyecekti gitmek. Olduğum yerde sayacaktım. Olan yollara, olan yolculuklara olacaktı. Ben, nerede değilsem orada mutlu olacaktım. 

Çaresizlikten ağlayacak oldum. Kimseye çaktırmadım. "Kurtarın beni benden!" diye bağıramadığım için, yüksek sesle "Kolay gelsin arkadaşlar!" diye bağırdım. Çıktım iş yerinden. Kuyruğumu sıkıştırıp evime gidecektim. Kapıdan çıktığımda bir sigara çıkardım paketten:

Çok içiyorsun, dedi.

Ateşin var mı, diye sorup kısa kestim yeni bir öğüt duymak istemediğim için.

Cebimde var ya, dedi.

Hırkamın cebinden üstünde "Dostuma..." yazan çakmağı çıkarıp yaktım sigaramı.

7 Haziran 2016 Salı

Sarhoşken Büyütülen Şeyler - 2

Çalışma masamın düzenli bir kalabalığı vardır ve kalabalığın bu düzenini görmeyi reddeden insanlar, beni dağınık olmakla suçlamaktan hiç vazgeçmezler. Oysa neredeyse hiçbir şey rastgele değildir masada. En fazla elimi attığım zaman ulaşabileceğim kadar uzakta kalmasına dikkat ettiğim bir çok kitap, bilgisayarın sağında solunda ve arkasında durur. Onları kitaplığa koymak onları ilk bakışta görmemek anlamına gelir ki bu çok rahatsız edici bir şey benim için.  Yani sadece bir bilgisayarın kaplayacağı alan; bilgisayarın sağında fareyi, ekranın sol üst köşesinden sağ alt köşesine rahatça götürebileceğim genişlikte bir alan; solunda ise bir kültablalık alan daha olur. Masanın kitaplardan arta kalan boşluklarının tam tekmili budur. 

Masadaki kitaplardan bazılarının da üstünde deodorant gibi, kalem açacağı gibi, gözlük gibi sair şeyler bulunur. Tamam; bunların durmaması gerekir belki. Ama beni dağınıklıkla suçlayanların bundan bahsettiğini düşünmüyorum, onlar daha çok kitapların kendisinden bahsediyor, biliyorum.

O gün, kitapları diğerlerinin üstüne yığıp bilgisayarın sağ tarafındaki fare boşluğunun yanında bir şişe boğma rakı, bir rakı bardağı ve küçük bir kuruyemiş kasesi  koyulacak kadar daha alan yarattım. Tamamen boğma rakının doğasına uygun olsun diye Yutub'a girip "Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun" açtım. Videonun başında sanat güneşimin iyi dilekleri karşıladı beni. İlk kadehimi kaldırarak teşekkür ettim kendisine sessizce. Her şeyin en güzelini diliyordu ve sanırım dileğinin gerçekleşeceğine inanıyordu. Öyle içten diliyordu. Şarkıya girince her şeyin en güzeli, ayrılıkların en güzeline dönüşüverdi birden. Ne olduysa o zaman başladı işte. Bu kadar kısaydı mutluluktan acıya dönüşme mesafesi. En beygirli arabalardan daha hızlı çıkıyorduk sıfırdan yüze, mutluluktan hüzne. 

Dünyanın en iyi vodkasıyla en kötü vodkası arasındaki fark, ilk bir kaç kadeh kadardır. Daha sonra ne içtiğinin önemi kalmaz, ne içiyorsan tatları aynıdır o andan sonra. İster likör iç ister şarap, sarhoş olmaya başladığında tüm alkoller aynıdır. Boğma rakıya eser miktarda eklediğim vişne suyu nedensiz yere bittiğinde ve yeterince sarhoş olduğuma kanaat getirdiğimde bu prensibi koştum işe. Buzdolabında yine nedensiz yere duran nar suyuyla içmeye devam ettiğim zaman, sizi vişneyle narın aynı meyveler olduğuna ikna edebileceğime inanacak kadar sarhoş olmuştum. Yutub'da Fatih Erdemci'den "Ben Ölmeden Önce" çalıyordu büyük ihtimal.

Emile Cioran, Burukluk kitabında şöyle yazmış: "Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum." Yani demek istiyor ki "Bitirmek elimdeyken, istediğim zaman esc'ye basıp çıkabileceğim bir hayatı asla ciddiye almıyorum. Bu yüzden bu vazgeçme hakkı, bana yaşayabileceğimi gösteriyor. Oyun benim oyunum, topun sahibi benim, istediğim an topumu alıp evimin yolunu tutabilirim, bu kadar basit." 

Cioran'a sinirlenmeye başladım birden, intiharı yaşamaya tahammül etmek için kullanıyordu. İntiharı kullanıyordu. Kendini öldürmemesine edebî bir kulp bulan bu adamın bütün kitapları, yaşamanın önünde sonunda anlamsızlığı üzerineydi bir de. Bu kitapları okuyup kafasına intihar fikri koyan yüzlerce insanın suratına bakıp "Hayatın anlamsızlığını yazıyorum, siz de bu tespitlerimde bana hak veriyorsunuz. Ama ben adi herifin teki olduğum için kendimi öldürmüyorum." diyemediği için böyle aforizmayla karışık bir cümle kurmuştu. Ve kendini öldürmeyi becerebilmiş herkese haksızlık ediyordu:

Sergey Yesenin... Rus şair... 27 Aralık 1925'te kendi bileklerini kesiyor ve kanıyla bir şiir yazıyor Mayakovski'ye ve sonrada asıyordu kendini:

Elveda sevgili dostum elveda, 
Sen kökleri içimde uzanan.. 
Ayrılık yazılmış alnımıza 
İlerde gene karşılaşırız inan.. 
Elveda dostum, el sıkışmadan 
Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.

Yesenin'in ölürken şiir yazdığı adam, Vladimir Mayakovski... Ki sağlığında sevmezlerdi birbirlerini. Yesenin'in ölümünden sonra bir şiir yazıyor ona:

Alışılmış deyimiyle
Siz
Bir başka dünyaya göçüp gittimiz!
Hayır Yesenin
Bu
Şaka değil,
Boğazımda
Düğümlenen acıdır
Kahkaha değil...

Bu dünyada Ölmek güç bir şey değil,
Bir hayat kurmaktır
Asıl güç olan...

1926'da bu şiiri yazan Mayakovski 14 Nisan 1930'da göğsüne sıktığı bir kurşunla 36 yaşında öldürüyor kendini, ondan geriye sevgilisi Lili'ye ve herkese yazılmış şu şiir kalıyor:

Hepinize!.. 
           İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedi-
kodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
          Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil
bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),ama benim için başka bir çı-
kar yol kalmamıştı.
         Lili, beni sev.
        Hükümet Yoldaş!  Ailem : Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve
Veronika Vitoldovna Polonkaya' dan ibarettir. Yaşamlarını sağlar-
san, ne mutlu bana...
       Bitmemiş şiirleri Brik'lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.

"Bir varmış bir yokmuş"
                                   derler hani :
Aşkın küçük sandalı
                                  hayat ırmağının akıntısına
                                                                         kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda...
Acıları
            mutsuzlukları
                                 karşılıklı haksızlıkları
                         h a t ı r l a m a y a   b i l e   d e ğ m e z :
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
                                yeter.

Silahlara Veda adlı kitabın sahibi Ernest Hemingway... Av tüfeğiyle kendisini vurdu.

Virginia Woolf... İntihar mektubunda bile mutluluktan bahsediyordu ceplerine taş doldurup kendini nehre atmadan önce:
Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.

Kör Baykuş. Sadık Hidayet... Paris'te günlerce havagazlı bir apartman dairesi aradı. Kendisini nasıl öldüreceğine karar vermişti. Bir anlık bir karar değildi. Günlerce böyle bir daire araması bunun en net göstergesiydi. Sonunda buldu ve 9 Nisan 1951'de girdi dairesine. Güzelce giyindi, tıraşını oldu. Evdeki bütün delikleri kapattı. Yazdıklarını yaktı ve havagazı musluğunu açtı.

Van Gogh, Cesar Peavese, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Romain Gary, Yavuz Çetin, Stefan Zweig, Robin Williams, Beşir Fuad ve daha yüzlercesi... Cioran'ı, adı geçenlerin suratına bakıp "Ahmaklar sürüsü!" diye bağırırken gördüm bir an için. Bir ölünün arkasından söylenmeyecek sözler sarf ettikten sonra bir kadeh daha doldurdum.

Yarattığı "Piç"lerini iğrenç bir yaşama ve iğrenç bir ölüme mahkum eden Hakan Günday da bu sinirimden payını alıyordu:

"Bir insanın tanıyabileceği en şiddetli acının kaynağıdır. Müebbet hayat mahkumiyeti. Tek kaçışı ölüm olan bir hapishane."
Hakan Günday böyle anlatıyordu yaşamayı. Piçlerini, yani romanın kahramanlarını, intihara bu denli yaklaştırıyor. İntihar etmeyi meşrulaştırıyor, ancak son anda dönüyordu sözünden:

"Piçler kaçmaktan korkanlardır. Ne evlerinden, ne de mahkum edildikleri hayattan kaçabilirler."

Memleketin en büyük bilgisayar şirketinin başındaki adamı arayıp, oldukça kısa bir konuşmanın ardından istediği kişiyi işe sokabilecek kadar geniş bağlantılara sahip bir "Piç" var kitapta.  Yaşamayı çoktan bırakmış, sokaklara düşmüş. Kendisi için hiçbir şey yapmaya gücü, daha doğrusu niyeti yok. Hakan Günday ısrarla en dibi göstermeye çalışıyor bu kahramana. İnsanca bir intihar için gerekli bütün kaideler var, gerçekleşmiş; yaşamak bir bokmuş gibi yaşatmaya devam ediyor adamı. Oysa yaşamak da yeni bir şey değildi; Yesenin, bunu kanıyla tüm dünyaya ilan etmişti.

"İnsanca bir intihar", sarhoşken çok fazla mantıklı gelmişti. Nasıl ki insanca bir yaşam bir haksa, insanca bir intihar da hak olmalıydı. Bunu insanların elinden alan, onlarla dalga geçen, onların vazgeçmesine değil de açlıktan ölmesine göz yuman bu insanlar çıldırtmaya başladı beni. Küfrettim, küfrettikçe zaten ölmüş olan Cioran'ı, Hakan Günday'ın piçlerini öldürmek istedim. Onların insanca intihar hakkı olmak istedim. İstedikçe imkansızlaştı, imkansızlaştıkça küfrettim.

"Kahrolsun insanca intihar hakkımızı elimizden alan insanlar" diye bağırdım. Nar suyu şişesine elim çarptı, masadan aşağı yuvarlandı. Boğma rakı şişesine baktım, 3 yudum kalmış. "Yeterince sarhoş olduktan sonra ne içtiğinin, nasıl içtiğinin önemi yok." dedim kendi kendime. Nar suyunu yerden almaya üşenişime edebî bir kulp buldum. Şişenin kapağını açıp, ağzıma sapladım. Kalan 3 yudumu da içtikten sonra saplandığı yerden çıkardım şişeyi. Şarkılardan sıra "İki Yol"a gelmişti. Zeki Müren'den Mavi Sakal'a nasıl geldiğimi anlayamayacak kadar sinirli ve sarhoştum.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sarhoşken Büyütülen Şeyler - 1

"Bak bu gün bir şey deneceğim." deyip, çok alkolün insana nasıl etki ettiğini kendi üzerimde denedim geçenlerde. Saçmalama, tabii ki de benimkisi bilimsel bir merak, yoksa ayyaş değilim. 

Deneyimin sonlarına doğru, nedense Demirtepe ve Maltepe arasında yürümeye başladım ve nedense oradaki pavyonlardan birinin adının değişmesine fena halde içerledim. Bana ne oluyorsa? 

İsmi değişen pavyonun kapısında iki adam vardı; biri ayakta, diğeri adî bir esnaf lokantasının sandalyesinde oturuyordu. ya da bana öyle geldi bilmiyorum.

Bir o tarafa bir bu tarafa yalpalayarak yaklaştım yanlarına "Canım, siz neden uslu uslu durmuyorsunuz? (biraz ilerideki pavyonu göstererek) Bakın onlar isim değiştiriyor mu hiç?" dedim. "Ne diyon sen bilader?" dedi Oturanboğa. "Yavrum ayıp değil mi? Bak bir de giriş kapısının şeklini değiştirmişsiniz. Hiç yakışıyor mu bu size?" dedim. Ayaktadikilenkartal bana yanaşıp, sol omzumdan itekledi beni uzağa. "Bana çabuk mağaza müdürünüzü çağırın, sizinle muhatap olmak istemiyorum!" diye bağırdım. Oturanboğa da kalktı. Oturduğu sandalyeyi ödünç aldığı adî esnaf lokantasında çalışanlar da sesimi duyunca dışarı çıktı. Ben haklıydım; pavyonun ismini değiştirmek çok saçmaydı, onlar da kim oluyordu. Emindim, pavyona komşu adî esnaf lokantasında çalışanlar da benden yanaydı. Onlar da rahatsızdı bu durumdan ve benim gibi birini bekliyorlardı. İlk muhalefeti yapacak kişiyi... Sayımız artmıştı ve ben bunun gazını çoktan almıştım: "Ulan anası sikikler! Size çabuk mağaza müdürünüzü çağırın dedim!" 

(Ne mağazası, ne müdürü... AVM değil pavyon lan ora... Bana ne... Bana ne... Ben hayatımda pavyona mı gittim, bana ne...) 

Analarıyla ilgili yaptığım bu küçük tespit Oturanboğa'yı ve Ayaktadikilenkartal'ı çok sinirlendirdi tabii. Halbuki ben gerçekleri söylüyordum. Sonuçta Meryem Ana'nın evlatları değillerdi, hepimiz gibi bir sevişmenin ürünüydüler.

Neyse lafı uzatmayayım: Mağaza müdürüyle görüşemedim ve arkamda zannettiğim adî esnaf lokantası çalışanları beni dövmeye daha isteklilermiş, onu anladım. 

Hatırladığım En Eski Anı

Hayatımın bir kısmı, annemle babamın düğünlerini hatırladığımı insanlara inandırmaya çalışmakla geçti. "Nasıl yoktum ben o düğünde ya, Allah çarpsın vardım ya!" diye yarı ağlamaklı; biraz da insanlar bana inanmıyor diye sinirli bir şekilde kanıtlamaya çalışırdım. Allah vardı o zamanlar ve kesinlikle çarpan bir şeydi. Hiç çarpılmadım ama ben; ya da bu zaten çarpılmış halim, bilmiyorum. 

Ablamın benden büyük olduğunu fark ettiğimde bu iddiamdan vazgeçmiştim tabii. Onun bu düğünü görmüş olması, benim görmemden daha muhtemeldi. Çünkü benden üç yaş büyüktü. İşin ilginci o ara konuşabildiğim herkes bu düğünü görmüştü. Resmen dışlamışlardı beni, kendi anne-babamın düğününde nasıl olmazdım ben ya?!

Sonra ablamın bile bu lanet olasıca düğünü görmediğini anladım, çünkü anne-babaların çocuk yapmaya başlaması için ilk önce evlenmeleri gerekli olduğunu düşündüm bir süre. Sonra kendi anne-babasının düğününde nedimelik yapan kız çocuklarıyla tanışınca bu gerekliliği de eledim.

Evet, velhasılıkelam hatırladığım en eski anı, aslında hiç gerçekleşmemiş bir anıymış. psikoloji çok ilginç bir şey lan.

Rapunzel: Bir Kapitalizm Masalı

Rapunzel, sırf güzel görüneceğim diye yıllarca hapis hayatı yaşamış. O kadar güzelliğine düşkünmüş ki prensi ve kötü cadıyı yukarı, kulenin en tepesine tırmandıracak kadar uzun saçları varken bu saçlarını yine o kuleden kaçmak için kullanmamış. Oysa saçlarını kesip bir yere bağlayarak kendisi inmeye çalışabilirdi. "Aman güzelliğime zeval gelmesin!" diye diye koca bir ömrü sikmiş yani. 

Masalın sonlarına doğru da kötü cadı, prensi kulede görünce bu budalanın saçlarını kesiyor ve çöle yolluyor hatırlarsanız. Prens de gidip bu Rapunzel kevaşesini buluyor ve evleniyorlar. O prensin de amına koyayım ben. Güzelliğini özgürlüğüne tercih eden bir salakla evlenilir mi? Gökten üç elma düşmemiş olsa, "mutsuz olun" diye beddua edeceğim ama, sayelerinde elma yiyoruz. O kadar da nankör değilim, hayır.

Unutmanın İşe Yaradığı Zamanlar - 1

Çok çocukken tatile, deniz kenarına giderdik. O seneki ekonomik durumumuza göre 3, 5, 7, 10 gün falan kalır, geri dönerdik. İşte bu tatillerin son günlerinde ben hep yaşımdan ve boyumdan beklenmeyecek bir hüzne boğulurdum. Hüzne boğulmayı bırak, bağıra bağıra ağlardım "Ben geri dönmek istemiyorum" diye diye. Bana bir mayo, bir kova versen ömrüm boyunca kumsalda yaşarmışım gibi geliyordu çünkü. İşte bu ağlamalarım esnasında, ya sesimin desibeline daha fazla dayanamadığı için ya da gerçekten beni daha fazla mutsuz görmemek için, "Tamam üzülme oğlum, sonraki yaz yine geleceğiz. Söz." diye teselliye girişirdi annem. İşin ilginci bir anda teselli olurdum. O zamanlar teselli olabiliyordum. 

Eve döndükten sonraki ilk bir kaç hafta, bildiğin oturup sonraki yazı beklerdim. Mayomun ve kovamın gözümün önünde olmasına maksimum çaba harcardım. Sonraki yaz birden gelirse hazırlıksız yakalanmamak için... Tahmin edersin, o "sonraki yaz" öyle bir iki haftada gelmiyor. 

Bir hafta beklerdim öylece. İki hafta, üç hafta... Sonunda ben de beklemeyi unutur, günlük yaşantıma tüm ciddiyetimle adapte olurdum. Kızların saçını çekmek, incir ağacında apartmancılık oynamak, toplu konutlaştırılan tarlalara dökülen asfaltı izlemek ciddi şeylerdir çünkü, evet.

Beklemeyi iyi ki de unuturdum, çünkü her yıl annemin "Hazırlanın denize gidiyoruz." demesi her seferinde aynı heyecanı ve sürpriz etkisini yaratırdı. Çünkü bir çocuğa "Sana ay başında bisiklet alacağım." demekle, aniden bir gün bisikletle çıkagelmek arasında fark vardır.

Yüzyılın İcadı: Mezarlık Bilgi Sistemi

Bir kitabevinin internet mağazasında çalıştım bir dönem. Sabah 8, akşam 5; memur gibi çalışıyordum. Hafta sonları ve bayramlar tatil. Keyfim gıcır, masa başı iş... "Sikortam" düzgün yatıyor. Bir mahalle teyzesinin benden beklediği bütün özelliklere haizim yani. Biraz daha devam etseydim, adı geçen mahalle teyzesi elinde "kısmet kataloğuyla" kapımda bitecekti. Falancanın kızını bana beğendirmeye kalkışacak; "Bu kız, mutfakta aşçı, dışarıda iş kadını, yatakta tam bir orospu." diyemediği için, "Bak o da okumuş, hem hamarat hem de güzel. Çok güzel bakar sana." diyecekti. Bakıma muhtaç olduğum bilgisi dahil bir çok bilgiyi tek bir cümle içine sığdıran mahalle teyzelerine ne desek, ne yapsak az.

İşbu işyerinde çalışırken bir gün öğle arasında, sabahları benden önce gelip odamdaki bilgisayarın üstüne şiir yazıp bırakacak kadir naif bir arkadaş koşarak yanıma geldi. "Bugün 1 yaşında birini gömmüşler Sincan'a" dedi. "Ne diyosun albayım sen?" demeye kalmadan siteyi açtı, bugün defnedilenler kısmındaki isimleri ve yaşları gösterdi (evet bu arkadaşa albayım diye sesleniyordum):



Fatma Dahham Hammood; 1 yaşında ölmüş, gömülmüş o gün. Diğer defnedilenlerin yaşları malum, 83, 69, 73, 88... Orada 1 yaşı görünce etkilenmiş albayım. Sonra biraz daha kurcalamış siteyi, isimle mezarlık yeri arayabileceğiniz bir sayfa bulmuş:



Rastgele isim aratmış durmuş bütün sabah, "Çok güzel bir sistem değil mi ama?" diye diye anlatmaya devam etti. Beraber İlhan Erdost'u arattık şöyle bir sayfa geldi karşımıza:



Tanısaydık çok severdik İlhan Abi'yi. Şimdi daha çok seviyoruz o ayrı. 9774 beyan numarasıymış İlhan Abi'nin... Beyan numarası ne demek onu tam olarak anlayamadık tabii. Haritada Göster'e tıklayınca artık dananın kuyruğu kopmuştu, belediye hizmetlerinde sınır yoktu artık:



Adli vaka diyor, dövülerek can vermiş İlhan Abi'ye. Adli vaka diyor, çünkü dövülerek ölmesinin ilmi bir yanı yok. Neyse konu bu değildi. Uzaklaşmayalım.

O gün Gülten Akın defnedilecekti, Albayım onu araştırırken bulmuştu bu siteyi. Bir şairin ölümü, bize mükemmel bir şey hatırlatacaktı: Yaşam çok kısa. O kadar ki 1 yıl kadar bile sürebiliyor. Gülten Akın ölmeseydi,  Fatma Dahham Hammood'un 1 yaşında gömüldüğüne şahit olmayacaktık. Evet 1 yaşında... Ve ölü. 1... Yaşında... Ölü...

(Bu yazıyı okududuysanız, sitede dolaşın, rastgele isim atın kafadan. "Ölüm sebebi: Doğal Ölüm" olanları görünce bir daha düşünün. Ölümün doğallığını ve doğal olduğu kadar onu reddedişimizi gözünüzün önüne getirin lütfen.)