18 Kasım 2014 Salı

Bir Orospuya Aşık Olmak

Deniz kıyısında, kumsalda,
Nerrantsula fundoti!
Bir bakire etekliğini çitiliyordu,
Nerrantsula fundoti!




Karga Kafesinden Korkan Küçük Kuş

Deniz kenarında bir evi vardı dayımın ben küçükken, böyle ufka kadar gemilerin, şileplerin göründüğü bir deniz manzarası... Geniş ve "ilginç döşenmiş" bir salon bu manzaraya ev sahipliği yapardı. Mersin'de sıcakların ortasında, çok eski bir müzik seti baş köşeye oturtulmuş çok değerli bir misafir gibi dururdu salonun ona ayrılan kısmında. Ne zaman gitsem bir kadının o çok güzel sesinden kısık sesle şarkılar dinlerken bulurdum dayımı, pencere kenarında otururken. Romantik adamdı vesselam, deniz sessizliğinde adını sanını bilmediğim bir kadının sesini dinlerdi. İçim bir garip olurdu, o zamanlar adını bilmediğim bir duygu olan "hasret" duygusu sarardı küçücük bünyemi.

Evet o güzel sesli kadın Feyruz'muş, çok sonra duydum adını. İçimdeki hasret duygusu da memleket hasretiymiş, çok sonra anladım, Lazkiye vardır bilir misin? Deniz kenarında hani, iklimi ve coğrafi şartları Mersin'e benzer, hani bazen ölüm haberlerinin geldiği cennet memleketim Lazkiye..


Feyruz: İçinden gülmek gelmeyen kadın.. Ortadoğu'nun Yası..

Zamanında göç etmişler oradan Türkiye'ye, Hatay, Adana, Mersin hattına yerleşmişler, teyzem Hatay'da kurmuş düzenini, biz Adana'ya göçmüşüz dedemlerle, dayım Mersin'e gitmiş. Yurt bellemişler Türkiye'yi de elbet, ama çocukluklarının geçtiği anayurtlarını unutmamışlar, dilleri değişmiş, ananeleri değişmiş ama duydukları özlem zerre azalmamış. Hüzünlerini Feyruz'la dile getirmişler; sevinçlerini, eğlencelerini -adını yine çok sonradan öğrendiğim- Samira Tevfik'le süslemişler.. Asfur'la uyutmuşlar çocuklarını, bizi.. Ezberlemişiz şarkıları ister istemez...
Samira Tevfik: Suriye'nin Türkan Şoray'ı.

En büyük mirasları sıla, gurbet, hasret oldu onların.. Hiç gitmediğimiz topraklardan "gel" çağrıları duyar olduk sonra, tam gidilecek olmuş, Hicaz demiryolu yeniden açılmış, "kan! kan! ölüm! katliam!" sesleri bastırmış o "gel" çağrılarını..

Şimdi ben, Türkçeyi Arapçadan fersah fersah daha iyi bilen kardeşiniz, hüzünlerimi Feyruz'la dile getiriyorum bugünlerde, Samira Tevfik'i dinlemek içimden hiç gelmiyor. Adana'yı, Suriye'yi özlediğim gibi; Mersin'i, o belli belirsiz duyduğum Feyruz sesini de özlüyorum.. Uzaktan geçen gemileri özlediğimden çok belki, buz gibi ellerini öptürdükleri dayımı özlüyorum..

Bu da böyle bir hüznümdür işte..

Korsan da Olsa Okur Yine Okur

Bir kitap okumaya karar verdim geçenlerde. Uzun zamandır gözüme çarpıyordu zaten, danışmanın hemen solunda yüzden açık bir kitap.. Prensip olarak kitapların fiyatlarına bakmıyorum, baksam da hemen unutuyorum zaten. Fiyat soranlara da "Arkasında yazması lazım, bi bakın isterseniz.." diyorum. Öyle bildiğim çok uç örnekler var, çok çok ucuz veya çok çok pahalı kitapları ister istemez hatırlıyorum.

Neyse... Belki bir ay bakıştık kitapla, son hafta da kafamda kahramanları oluşturmaya başladım, kıyafetlerini yüzlerini boylarını vs. kafama oturttum. Nasıl diye soracaksınız, "Sadece bakıştığın bir kitabın kahramanlarını nerden biliyorsun?". Az çok bilgim vardı tabii kitapla ilgili, sonuçta kitapçılık.. Keyifli bir okuma olacaktı hissediyordum. Neyse karar verdim, gittim kitabı elime aldım, 25.50 lira! Lan benim yevmiyem 24 liraydı zaten. Alamadım tabii. Bir gün okul çıkışı ikinci el kitapçıları dolaştım, kafaya koymuştum, alıp okuyacağım. 8 liraya buldum bir tane, sayfaları yerinde, sağlam, kitabevindekinden tek farkı eski olması, o kadar..

Alıp, okudum da.. Ancak istatistiklere geçmeyen bir okuma bu. Çok da umrumda değil zaten.

Aynı kitabevinde kampanya vardı bir ara: Wordsworth yayınlarının bütün klasiklerinin tanesi 1.99 pound. 6-7 liraya denk geliyor bu. Türkçe klasiklere bakıyorsun ateş pahası. Anlamak mümkün değil. Düşün ki ithal ettiğin kitap, burada bastığın kitaptan ucuz.


Ulan Reşat Nuri Güntekin'in yazdığı Çalıkuşu 35 lira olur mu? Ne basıyorsun sen İnkılap Yayınevi? Çalıkuşu lan bu, herkesin okuması gereken bir kitap, nasıl 35 lira olur. 35 ney laaaan? Liselerde ödev kitap olarak verilince satarken utanıyorum, bazen "burdan almayın, gidin Olgunlar'da 5-10 lira, oradan alın." diyecek oluyorum.. Olgunlar'dan alınan hiçbir kitap istatistiklere geçmiyor ki o sokak her daim kalabalıktır..



Küçük Prens... 17 lira.. Neyin kafasını yaşıyorsun sen Mavi Bulut? Bastığın kitabın maddi ederi nasıl 17 lira olur? Normal kitap boyutunda bile değil... Ben nasıl alayım Küçük Prens'i 17 liraya? Gittim buldum 1995 baskı, Can yayınları.. İstatistiklere geçmedi..

Çevirene bak çevirene!


Belki bahane olacak çoğuna.. Ama yani durum ortada..

Ulan bu yazarlar değil mi korsandan çok çekiyoruz diyen? Evet çekiyorsun çünkü "korsan okuru" diye bir kavram var. Çok yaygın hem de..

Velhasılıkelam kitaplar çok pahalı be hocam. Herkes gidip korsan alıyor ve hiçbiri;

İstatistiklere geçmiyor..

Astigmata anlamlar aramak

Dolunayı bile yamuk yumuk görmeye neden olabilecek hastalıktır.

Kulak burun boğaz polikliniğinde sıra bekliyordum. KBB doktorunun tam karşısında da göz doktorunun odası vardı. Bir an için gözüm çarptı bu odaya. Ne sıra bekleyeni vardı ne de hastası. Kulak-Burun-Boğaz'da sıra bana gelene kadar, tamamen vakit geçirmek niyetiyle göz doktorundan sıra aldım. Aslında bir kaç küçük şikayetten başka bir sorunum yoktu, yani yok zannediyordum ben. Kontrol olsun diye aldım sırf o sırayı.

Odanın önüne geri geldiğimde ismim ekranda yazıyordu bile. İçeri girdim, 3 farklı aletle gözlerime baktı. Sonra beni bir sandalyeye oturttu; gözüme yarım daire şeklinde camı olmayan gözlük taktı... Tabii bunları yaparken tek kelime etmedi, "şimdi buraya mercek takacağım ve nasıl gördüğünü bana söyleyeceksin." cümlesinin dışında. Olaylara hiçbir anlam verememiş, adeta şoka girmiştim, kurbanlık koyun gibi doktorun talimatlarını yerine getiriyordum sadece, tek kelime etmeden. Sonra o yarım daire şeklindeki çerçevenin sağ tarafına siyah bir daire koydu, daha sonra sola da bir cam yerleştirdi. "Karşıya bak" dedi... Yunan alfabesindeki harflere benzeyen şekillere ilk baktığımda gerçek anlamda irkildim ve "oooooo" diye bağırdım gayri ihtiyari... Dünyam değişmişti resmen, renklerin değiştiğini hissettim o anda. Her şey keskinleşmişti... O güne kadar benim gördüğüm şekilde görüyor zannederdim herkesi... Ama o camdan sonra görme duyusunun tadına varmak nedir, onu öğrendim...

Doktor, sol gözümdeki camı kaldırdığında küçük bir burukluk dahi yaşadım, sen düşün artık. Sol gözüme uyguladığı işlemi sağ gözüme de uyguladı. Elime reçeteye benzer bir kağıt tutuşturarak iyi günler diledi.

Her şey iki dakikada olup bitti. Kapının önünde, elimde reçeteyle kalakaldım. Dışarda bekleyen sevgilim de çok şaşırdı. O şaşkınlıkla, direkt sevgilimin soran gözlerini muhatap alarak, "Gözlük yazdı." dedim, birazdan altına yapacak bir çocuğun annesine boş gözlerle bakarak "çişim geldi" dediği gibi.

Kulak-Burun-Boğaz'daki tedavim de işitme testini yapan cihazın bozulmasından dolayı yalan oldu. Neye niyet, neye kısmet.

Çıkışta bir gözlükçüye uğradım, elime verdikleri ilk çerçeveyi seçtim. Dünyayı o şekilde gördükten sonra tek düşündüğüm derhal gözlüğüme kavuşup o hazza tekrar varmaktı. Gayrısı boştu benim için. Ama gözlükçü abla yarın gelmemi söyleyince tekrar burukluk yaşadım...

gözlükçüden çıkıp da eve gidene kadar konuştuğum tek konu renklerin aslında ne kadar güzel ve canlı olduğu ve dünyanın aslında daha aydınlık göründüğüydü...

Haaa... Bir de miyopmuşum ama sen siktir et. Önemli olanı astigmat...

Acayip bir şey şu astigmat..

Yani acayip bir şey-miş..

Günlük hayat - Matematik ilişkisi

Lisede TM öğrencisiydim, hukuk falan istemiyordum, zoraki yollanmıştım bu bölüme.. Yabancı dil okumak istiyordum, okulda bölüm açılmadı, annem de ısrarla başka okula göndermedi, dolayısıyla iki senemi heba ettim. Mat-2 konularına hep bu şekilde yaklaştım, "neden öğrenmem gerekiyor lan bunları, ilerde hiç işime yaramayacak, türevin türevini alsam ne almasam ne amk!" gibi tepkiler verdim, lnx konusunu hiç öğrenemedim, hala ne olduğunu bilmiyorum. Sınav sorularından hiçbir bok anlamıyordum, Arap harflerini bilmeyenlerin Kuran'ı Arapçasından okumaya çalışması gibi bir şeydi benim yaptığım. Kafamda hiçbir şey uyanmıyordu, mal mal bakıyordum.

Daha sonra ittire kaktıra mezun oldum, annem hala TM'den alan bir bölüme, mümkünse hukuka girmemi istiyordu, ben de Türk Dili istiyordum, ama bir bok beceremedim, kazanamadım üniversiteyi. Annem dershaneye yolladı, hala TM'de ısrar ediyordu. Anlayacağınız dersHanede de TM sınıfına verilmiştim, 1-2 ayım yine boşa gitti. Sözel bölümden neredeyse yanlışım yoktu, iş matematiğe gelince mal gibi kalıyordum, hocalarım da farkına varmıştı bu durumun. Bundan cesaret alarak gittim konuştum hocalarla, "ben TM bölümünü istemiyorum, annem zorla yazdırdı beni, sınıfım hiç değişmeden, yani annemin haberi hiç olmadan sözel sınıfla derslere girsem mi?" diye sordum, kabul ettiler. Mat-1'i biraz zorlayarak Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne yerleştim. Yalan yok, öğretmenliğe yetseydi puanım girecektim, ama yetmeyince de çok üzülmedim. Matematiksiz 4 sene cennette gibi yaşadım, zerre aramadım, zerre hayıflanmadım türev, integral, tanjant-kotanjant bilmiyorum diye. Sonra okul bitti yüksek lisans için dil puanı ve ales istediler, dil puanını zaten hallettim, Ales'te de matematik olduğunu görünce inceden bir tırsmadım değil. Ama sözel kısmın neredeyse tamamına yakınını yapınca yemişim matematiği.. Ondan da babalar gibi aldım puanımı, artık üniversiteler beni değil de ben üniversite seçer oldum. Okumak istediğim 2 üniversite vardı, biri ana bilim dalımı açmadı, diğerine de başvurdum aldılar, mülakatta da matematik falan sormadılar iyi ki... 2 üniversiteye başvurdum toplamda, biri okumak istediğim üniversiteye, diğeri de sırf gövde gösterisi için kendi okuluma..

sonra yüksek lisansta ve doktorada Mat-2'nin hiçbir boka yaramadığını anladım, doktora için biraz daha fazla yabancı dil puanı yeter... Yüksek lisansım boyunca da hiçbir hocam bana sin35 nedir sormadı.

Zamanın birinde sormuştum ben de hocama, "hocam bu sinüsler kosinüsler günlük hayatta ne işimize yarayacak?" diye.. O da "öyle deme evladım, çevrende gördüğün bütün binaların yapımında bunlar kullanılır, sen ne zannediyorsun bunu?" diye cevaplamıştı.

o zaman diyemiyorsun tabii,

-Lan hoca banane, ben inşaat mühendisi olmayacağım ki?

Yalnız insan yoktur; az kitap vardır

"Abi" dedi.. "Annemle kız kardeşim terkediyor beni, Aydın'a gidiyorlar, ben tek kalıyorum burada."

18'ine yeni girmiş bir delikanlı.. Gecenin bir yarısı kapımı çaldı. Mahalleden bir çocuk. Canı sıkılmış, sığmamış hiçbir yer, sığmamış ev; çıkmış sokağa. Aklına ben gelmişim. Köpek gibi ders çalışmam gerekiyor, çalışıyorum da..

Geldi, çay koydum, geçtim karşısına.. Sigara içti, dalıp gitti ilk alındığı gün beyaz mavi, sonradan gri lacivert olmuş halıya.. Sustuk beraber. Çay oldu, getirdim koydum önüne cigara paketimle beraber. Bir yudum aldı, bir cigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra.. Gözyaşları sırılsıklam etti yüzünü, burnu aktı.

"Abi" dedi.. "Ben 8 senedir hiç ayrılmadım kız kardeşimden"

"8 senedir" dedi. Düşündüm.. 8 senecik.. İki aşkımın arası sekiz sene sürdü benim. Ben sekiz sene önce 18'ime yeni girmiştim. "8 sene" dedi, ama bu onun ömrünün yarısı demekti..

Saçını şöyle bir karıştırdım, "tamam be oğlum" dedim. "Sıkma canını! Hem neden gidiyorlar ki?"

"Abi" dedi.. "Yapamadılar burada.. Kirası ayrı dert, doğalgazı ulaşımı ayrı dert. Ben de iş bulamadım burada. babamı da biliyorsun zaten."

Babasını biliyordum, raporlu şizofreni. Yalan söyleme hastalığı var ayrıca. Aynı teyzenin cenazesine yılda 20 kez gider. Bir var, bir yok zaten. Çocuk bakacak biri değil, yani baba olmamış hiçbir zaman. Temmuz'dan beri de yok ortalarda.. Kimse ulaşamıyor. Bir kaç kere düştük peşine, Kurtuluş parkında yattığını görenler olmuş, gittik, orada da bulamadık. Bir kere de garda bir bankta uyurken görmüşler.

Ben sordum, o anlattı. Annesini anlattı.. Kız kardeşini anlattı, kitap severliğini, gitar çalmayı nasıl istediğini. anlattı, anlattıkça açıldı.

"Abi" dedi.. "Ben artık adam olmak istiyorum, düzgün biri olmak istiyorum ben."

Artık eve gitme vakti gelmişti, annesi merak edecekti. Telefonu da yok, gecenin bir yarısı.. Sabaha azıcık var..

Adam olması gerekiyordu, Aydın'a gitmek istemediği için bir işe girip yeni bir hayat kurması lazımdı. Ama önce yalnız kalmaya alışsa iyi ederdi. Özellikle buna alışmalıydı.. Yalnızlığa ortak edeceği bir şey bulmalıydı, sessiz evlerin tırmaladığı kulaklara çok aşinaydım ben de.. Yolcularken eski gitarımı tutuşturdum eline; çok sessiz bir evde, kendi kendine konuşmak haricinde sessizliği bozacabilecek tek şeyi söyledim:

"Git kitap oku"..

26 Ekim 2014 Pazar

Kitabevinde Evcilik





Kitabevinde ortalığı toparlamaya giriştiğim bir zaman... 3 tane çocuk ayakkabısı... Belli ki çıkartıldıktan sonra özenle yerleştirilmiş...

Burası bir tünel... Solunda ve sağında kitaplar var, çocuk kitapları... Azıcık görünüyor zaten dikkatli bakarsanız. Çok küçük 3 tane çocuk bu tüneli evcilik için kullanıyorlar bu sırada, Eğilip bakmadım, ama 2 kız, 1 oğlan çocuğu.. Evet eğilip bakmadım, evcilik oynadıklarını da ayakkabıların düzeninden anlıyorum.. Hatta büyük ihtimal, ortadaki ayakkabının sahibinin fikriymiş evcilik... Oğlan çocuğu da aceleyle dahil olmuş oyuna...

Bi bak, şu dururumun kitabevi versiyonu bu ahval, sen de hatırlarsın eminim..

O yorgunluğun, o gürültünün içinde o kadar güzel göründü ki bu sahne.. Kitapçı olmanın tadına vardığım anlardan biri işte bu da.. Çocukların hayal dünyasına bir şekilde misafir oluyorsunuz.. Onlar evcilik dahi oynasalar, orası bir kitabevi ve onlar daha çocuk. Bu kadar mutlu ve hayal güçlerinin bu kadar serbest olduğu bir yerden asla kopmayacaklardır. Bir geleceğe dokunuyorsunuz yani.. Çok okuyacak, belki de kitaplardaki kahramanlara aşık olacak bir insanı daha bebekken tanıma fırsatı yakalıyorsunuz...

Bazı zaman geliyor, o insanın ilkgençlik çağından giriyorsunuz içeri... Bu sefer evcilik yok ama çok daha başka bir şey var:


O kadar dalmış ki kitaba.. Evcilik oynar gibi.. Evet durduğu yere bağdaş kurmuş, biraz ötede rahat oturaklar varken üstelik.

Olduğun yere bağdaş kurmanı tek bir kimsenin bile umursamayacağı, hatta aksine herkesin bundan hoşlanacağı tek yerdir kitabevleri..

Düşünsene hep hatırlayacak bu anları.. Bu gün Darth Vader okuyor olabilir.. Ama ileride, sözgelimi, Oblomov veya Suç ve Ceza'yı da böyle nefes nefese ve dünyadan bütün bağlarını koparmış bir şekilde okuyacak yine.. Ve bu okumalardaki zevki, bir kitabevinin soğuk zemininde bulduğunu hiç unutmayacak..

Son olarak...

"Okumak iptiladır; müptelalara selam.."

"...Elimize Vermiş Hayat Boyumuzun Ölçüsünü..."

- Link veren yazar/şair/her neyse...


Ali Lidar varmış, kitabevinden bir arkadaş bahsedip bahsedip duruyordu.. Bahsetmek dediğim de şu: "Şu Ali Lidar, ne kadar güzel bir adam ya!". Arada bazı yazılarını paylaşırdı, göz ucuyla şöyle bi okurdum. Klasik "kaybetmiş adam" gibi görünürdü gözüme. Ayrıca Beşiktaşlıymış, en koyusundan...

Elimden geldiğince elimden geçen, ilk bakışta dikkat çekebilecek bütün kitapları incelemeye çalışırım, sonra da vakti gelince, yani cepte para olunca, sırasıyla almaya çalışırım o kitapları. Maaşımı fazlasıyla aldığım bir günde sıradan üç kitabı satın almak için kasaya gittim, "Yeni Çıkanlar" sehpasının en üstünün en sağındaki kitap ses verdi bana, "Bir dakika." dedim kasaya, "Beni al!" çağrısına uydum Tesirsiz Parçalar'ı* da elime alıp döndüm tekrar. Kitap çantamda çıktım işten. Geç saat... En azından kanunen bira satın almak için çok geç... Ama çantamdaki kitabın bundan haberi yoktu sanırım. Biraz önceki çağrı gibi, bu sefer "Bira"lamaya başladı kitap birden. Tarlabaşı'nda "Abi zehir lazım mı?" diyen gençlerden, bahsi geçen zehri satın alır gibi aldım birayı, geçtim eve. Ev yalnız, ev sessiz, ev tek başına... Bir şeyler yedikten sonra Ali Lidar'a düştüm...

Birini okurken, ona en çok yakışan şarkıyı bulduktan sonra, okumalar o kadar güzel oluyor ki... Mesela, nedendir bilmem, Nedircik Yavrusu'nu* okurken tek bir şey dinledim: Erkan Oğur - Bir Sevda... Deneyin güzel oluyor...

Bir yazar veya bir şair  -yani kendisini nasıl görüyorsa işte- düşünün ki okurlarına veya dertleştiği kişilere -yani bizi ne olarak görüyorsa işte- bizzat, "Arkadaş, beni okurken bu bu şarkıyı dinleyeceksin, yoksa okuduğun bi boka yaramaz!" diyor. Demekle kalmıyor bir de link veriyor:


Çaresiz açtım Bülent Ortaçgil, öyle okudum tabii. Bülent Ortaçgilsiz okumayı denemedim bu hikayeyi, ama onunla beraber okuyunca gerçekten hak verdim adama... 

Ancak kitabın geneli Ezgi'nin Günlüğü'yle cisimlendi kafamda. Bira, Ezgi'nin Günlüğü ve Ali Lidar... Azıcık çakırkeyf olmaya başladın mıydı bu üçlü bütün yalnızlık yaralarına tuz! O tuz yakınca tüm yaraları o zaman daha iyi anlıyorsun Ali Lidar'ın kaybetmişliğini. O kaybetmişlik nasıl farklı diğerlerinden, her şişede daha iyi anlıyorsun... Şişenin markası Bomonti'den Kırmızı Tuborg'a evriliyor, sayfalar sonra... 

Ertesi gün kitabevine farklı bir kafayla gidiyorum, Ali Lidar'a kaldığım yerden, kaldığım promille devam etmek için dakikaları sayıyorum. Derken aklıma bir fikir geliyor, Tesirsiz Parçalar'ı hayatıma sokan, düpedüz hayatıma sokan adamı gece içmek için iknaya başlıyorum:

-Abi alırız biraları geçeriz bir parka ha, olma mı?
+Ben yarın sabahçıyım oğlum olmaz!
-Yapma beee! Bak Ali Abi'yi de çağırırız, o da gelir?
+Ali kim lan?
-Ali Lidar...

Ali Abim lan o benim...




* Bildiğim sitelerden baktım, en ucuzuydu bunlar.

Bir Merhaba'yı Bıçaklar Gibi Artık Selamlaşmalar...

Merhaba...


Ben İvan. B. Milinski... Bu yazıyı yazdığım zamanlarda 26. yaşıma bir kaç gün var. Edebiyat mezunuyum 2 senedir. En övündüğüm özelliğim bu: Edebiyat mezunu olmak.. Lisans yetmedi, bir de yüksek lisans yapayım dedim, olmadı... İlk sene tamam da iş tez dönemine gelince kaldı öyle.. Şu an itibariyle sadece 3 hafta gerideyim programımdan ama hiç yüksek lisans yapıyormuşum gibi hissetmiyorum. Gerçi yüksek lisans yapıyormuş gibi hissetmek nasıl oluyor onu da bilmiyorum ama... Henüz öğrenciyken, bir kitabevine başvurmuştum çalışmak için, mezun olur olmaz aradılar, orada işe başladım. Bu da en çok övündüğüm ikinci şeydir: Ben bir kitapçıyım! 

Mezun olduğum sene tam zamanlı başladım kitapçılığa, o sene öyle geçti. Yüksek lisansa başladığım seneyse yarı zamanlı çalışmaya başladım, o sene de öyle geçti.. Şimdi tekrar tam zamanlı kitapçıyım..
(...)

Az önce oturuyordum, Leyla ile Mecnun'u tekrar bitirdikten sonra Ben de Özledim'e başladım. Ben de yazayım bir blog diye düşündüm, durağanlığımı, özlemlerimi, en büyük aşkımı, kitapçılığımı, kitapları, atanamamışlığımı, atanmak için yapacaklarımı, atanmak için yapmam gereken ama bir türlü yapmadığım şeyleri anlatayım dedim.. Şiirleri, Türk dilini ve bilimum dilleri anlatayım, bildiklerimi aktarayım dedim. Romanları... Kaç kişi okursa artık...

Peki neden İvan? B? Milinski? İvan Milinski ki şudur... B. de benim, ben'in ilk harfi...

Hoşgeldiniz...